Expression Interrupted

Türkiye’de ifade özgürlüğüne yönelik baskının öncelikli hedefi gazeteciler ve akademisyenler. Yüzlerce gazeteci ve akademisyen hakkında soruşturma açıldı, birçoğu tutuklandı. Bu site ifade özgürlüğünü kullandığı için soruşturma ve kovuşturmaya uğrayanlar hakkındaki yasal süreci takip etmektedir.

CHP’li Çakırözer: Devlet kurumları iktidarın basın üzerindeki sopası haline geldi

CHP’li Çakırözer: Devlet kurumları iktidarın basın üzerindeki sopası haline geldi

Türkiye’de basın özgürlüğünün sorunlu bir alan olduğunu söyleyen CHP Milletvekili Utku Çakırözer, salgından sonra da durumun değişmediğine dikkat çekiyor

 

CANSU PİŞKİN

 

Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) gazeteci kökenli Milletvekili Utku Çakırözer, Covid-19 salgını sırasında yaşanan ifade ve basın özgürlüğü ihlâllerini derlediği “Koronavirüs Döneminde Basın Özgürlüğü Raporu”nu Mayıs ayı başında kamuoyuyla paylaştı. Türkiye’de ilk koronavirüs vakasının görüldüğü 11 Mart ile 1 Mayıs tarihleri arasını kapsayan rapora göre, bu süreçte “salgınla mücadelede yaratılan algının gölgelenmesi” suçlamasıyla 273 habere erişim engeli getirildi; 30 gazeteci hakkında hukuki süreç başlatıldı; 11 gazeteci gözaltına alındı; 1 gazeteci tutuklandı. Çakırözer’le, hazırladığı raporda yer alan veriler ışığında Türkiye’de basın ve ifade özgürlüğü alanında son dönemde yaşanan problemleri konuştuk.

 

Çakırözer'in açıklamalarını bu bağlantıdan izleyebilirsiniz.

 

Türkiye’de basın özgürlüğünün sorunlu bir alan olduğunu söyleyen Çakırözer, salgından sonra da durumun değişmediğini vurguladı.

 

İnfaz düzenlemesi kapsamında kısmi af ile yaklaşık 100 bin hükümlünün tahliye edildiğini hatırlatan Çakırözer, “Düşündüğü, yazdığı, çizdiği için gazeteciler ve siyasetçiler cezaevinde kalmaya devam ediyor. Salgın öncesinde hâl böyleyken salgın sırasında da hem yaygın hem de yerel medyada salgın dönemine ilişkin yaptıkları haberler nedeniyle birçok gazeteci, hukuki süreçlerin muhatabı oldu. Bu hukuk süreçlerinin yanı sıra devletin basının özgürce işlerini yapmasını sağlamaktan sorumlu kurumları olan Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Basın İlan Kurumu (BİK) da basını hedef alan müdahalelerde bulundular. Örneğin ironik bir mesaj attı diye Fatih Portakal hakkında Cumhurbaşkanlığı ile Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) suç duyurusunda bulunurken RTÜK de Fox TV’ye ağır bir para cezası kesti. Benzer şekilde Halk TV ve Ayşenur Arslan’a, Tele 1’e ve gerçek habercilik yapmaya çalışan birçok yayın kuruluşuna ağır cezalar kesildi” diye konuştu.

 

“BİK kendisine savcı rolü biçmiş”

 

Çakırözer, ulusal ve yerel gazetelere tiraj bazında kamu ilanı veren ve gazetelerin yayın hayatını sürdürebilmeleri için önemli bir kaynak olan Basın İlan Kurumu’nun da bu süreçte verdiği cezalarla adeta bir savcı rolü üstlendiğini söyledi: “BİK bir süredir kendisine bir savcı, bir mahkeme rolü biçmiş durumda. Hakkında hiçbir soruşturma dahi açılmayan haberler için, bu başlık şöyle olmuş, bu haberin içeriği şöyle sakıncalı, vs. diyerek ilan vermeyi kesen BİK, gazeteleri bir şekilde cezalandırma yönüne gitmiş durumda. Örneğin Evrensel ve BirGün aylarca ilan alamaz hale gelmişti. BİK’in çalışma prensiplerine göre 6 ay üst üste ilan verilmeyen, yaptırım uygulanan bir gazete daha sonra ilan alma hakkını kaybediyor. Salgından hemen önce Evrensel gazetesinin 6 ay süresi dolmuştu, BirGün gazetesinin ise dolmak üzeriydi. Salgın döneminde bu yaptırım uygulamasını dondurdular ama idari para cezasından vazgeçmediler.” 

 

Salgın döneminde gazetelerin tirajlarında yüzde 22 ila 60 arasında düşüş olduğunu belirten Çakırözer, “Gazetelerle okurunu buluşturacak formülleri bulmak için kafa yorması gereken BİK, gazeteleri iktidarın sopası gibi hizaya getirmek için savcı rolüne bürünmeye devam etti” dedi.

 

İnfaz yasasıyla BİK’in 6 ay arka arkaya ilan vermemesi neticesinde artık “ambargolu” hâle gelebilecek gazetelerin cezaevine girişinin de yasaklandığını hatırlatan Çakırözer, “BİK böylece cezaevine hangi gazetenin girip girmeyeceğine karar verir bir noktaya geldi. Bu kabul edilemez bir madde” ifadelerini kullandı.

 

“Kamu kurumlarının baskısı arttı”

 

Çakırözer, RTÜK ve BİK gibi Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın da muhalif yayın yapan basın yayın kuruluşlarını cezalandırma yolunu seçtiğini anlattı: “Bu kurumun da önceliği şu dönemde gazetelerin, televizyonların ya da dijital medyanın halkı bilgilendirmesi, halkı olanlardan, alınan tedbirlerden an be an haberdar edebilmesi için en rahat, en kolay çalışmasını sağlayacak zemini hazırlamak olmalı. Ama salgın döneminde gördük ki bu kurumun başındaki kişi de maalesef gazeteleri sansürleten, yüzlerce internet haberine bizatihi kendisi erişim engeli getirmek için girişimde bulunan bir kişi olarak kamuoyunun önünde görüldü. Kendisiyle ilgili bir haber yapıldığında gazetecilere terör soruşturması açılmasından da kaçınmadı. Salgın döneminde siyasallaşmış yargının basın üzerindeki baskısı soruşturmalar, gözaltılar ve davalarla sürerken basınla ilgili kamu kurumlarının da gerek televizyonlara gerek gazetelere yönelik baskısı artmış durumda. Bu kurumların kendilerini misyonlarından çıkarıp iktidarın kalkanı ya da iktidarın basın üzerindeki sopası gibi bir noktaya konumlandırması kaygı verici bir gelişmedir. Güçler ayrılığının olmadığı, yargının siyasallaşmış durumda, tarafsızlığını ve bağımsızlığını yitirdiği bu yönetim modelinde maalesef basının sadece bu tek adam yönetiminin istediği şeyleri yazması, istemediği şeyleri görmemesi, yazmaması isteniyor. Yazması, görmesi ve eleştirmesi ya da halkın gerçeklerden haberdar olmasını sağlaması durumunda o gazeteler, o gazeteciler, o televizyonlar istenilmeyen, cezalandırılması gereken gazeteciler gibi görülüyor.” 

 

İktidarın kendi istemediği şeylerin yazılıp çizilmesinden rahatsız olduğunu söyleyen Çakırözer, “İktidar, satın almalar, satın almaya teşvik etmeler, kapatmalarla bir şekilde medyanın yüzde 90’ını, belki daha fazlasını kontrol edebilir hale gelmişti. Şimdi bir süredir de bu kontrol edemedikleri yüzde 5 ile 10 arasında olduğu tahmin edilen yazılı, görsel ve dijital medya kuruluşlarına olağanüstü bir baskı, olağanüstü bir sansür söz konusu. Hem yargıyı, hem idari kurumları kullanarak, yaptırımlar uygulayarak yıldırma, susturma ya da hiçbir şey yapamasa da kapatma yöntemlerinin arayışı sürmekte” dedi.

 

“Sosyal medyayı denetim altına alarak korkutmak ve caydırmak amaçlanıyor”

 

Salgının ilk günlerinde AKP tarafından hazırlanan ve virüs salgınına karşı önlemleri içeren torba yasaya, YouTube, Twitter ve Facebook gibi sosyal ağlar için Türkiye’de temsilci bulundurma ve kişisel verileri Türkiye’de depolamanın da aralarında bulunduğu bir dizi yükümlülük getiren bir madde konulması planlanmıştı. Ancak tepkiler sonrasında söz konusu madde geri çekilmişti. Daha sonra MHP, 30 Nisan tarihinde sosyal medya platformlarında dolaşan yalan haberler ve sahte hesaplar yüzünden birçok internet kullanıcısının mağduriyet yaşadığı gerekçesiyle sosyal medyaya T.C. kimlik numarasıyla girilmesi için kanun teklifi vermişti.

 

Çakırözer, söz konusu teklife dair şu değerlendirmelerde bulundu: “Sayısı sınırlı da olsa gazeteleri ve televizyonları kontrol altına aldılar. Ama bu kez de şunu gördüler ki insanlar sosyal medyadan haberlerini alıyor, ya da bazı kampanyaları birlikte örgütlüyor, muhalif kimliklerini sosyal medyada ortaya koyabiliyorlar. İktidar, bizlerin kendi aramızdaki Whatsapp yazışmalarını, video konferanslarda ya da gençlerin video oyunları sırasındaki sohbetlerini dahi görmek, bilmek, denetlemek istiyor. Gerektiğinde de yasaklamak, kapatmak istiyor. Gördüğüm kadarıyla, sunulan teklifin birçok boyutu var. Daha önce geri çekilen torba yasadaki maddeler bu teklifte de var. Ek olarak da kimlik numarasıyla sosyal medyaya giriş gibi bir teklif var. Kimlik numarasıyla sosyal medyaya giriş meselesi pratikte nasıl uygulanır, onu bilmiyorum, ama yapılması durumunda başlı başına düşünce özgürlüğümüzün ihlâli olur. Ama onun ötesinde kişisel verilerimizin de özel olma hâlinin ortadan kalkması, yani Kişisel Verilerin Korunması Kanununun da açıkça ihlâli anlamına gelir. Türkiye’de 54 milyon internet kullanıcısı var. Elli dört milyon kullanıcının hepsi internete kimlik numarası ile girecek. Yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tüm kimlik verilerinin bizim denetimimizde olmayan özel şirketlerle paylaşılmasını öngören bir şey bu. İktidar bunları isteyecek. İki amacı var: becerebilirse sosyal medyayı denetim altına almak, beceremezse bile vatandaşları korkutmak, caydırmak.” 

 

“Teklif, ifade özgürlüğünün toptan karartılması anlamına geliyor”

 

Teklifin kabul edilmesinin ülkedeki ifade özgürlüğünün toptan karartılması anlamı taşıdığını söyleyen Çakırözer, “Bu masumane bir talep ve kanun asla değil. Tam tersine gerçekten herbirimizin hayatının her alanını etkileyecek olan toplu bir karartmadan bahsediyoruz. Ve bu mesele sadece gazetecilerin, milletvekillerinin meselesi değil; 7’den 70’e sosyal medyadan faydalanan ya da Türkiye’nin özgür bir ülke, hukuk devleti, insan hak ve özgürlüklerine saygılı bir demokrasi olmasını arzu eden herkesin meselesi olmalı. Bu düzenlemeye meclis aşamasından çok daha önce hep birlikte karşı çıkmalıyız” dedi.

 

Yukarı