Türkiye’de ifade özgürlüğüne yönelik baskının öncelikli hedefi gazeteciler ve akademisyenler. Yüzlerce gazeteci ve akademisyen hakkında soruşturma açıldı, birçoğu tutuklandı. Bu site ifade özgürlüğünü kullandığı için soruşturma ve kovuşturmaya uğrayanlar hakkındaki yasal süreci takip etmektedir.
Savcılık tarafından ne iddia edilirse edilsin, bu yargılama nihayete erdiğinde ne karar çıkarsa çıksın, Gezi protestolarının kamu vicdanındaki masumiyeti ve toplumsal hafızadaki haysiyetli yeri sabittir
HÜRREM SÖNMEZ*
İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ve 16 sanığın yargılandığı, kamuoyunda “Gezi Davası” olarak bilinen dava, İstanbul Cumhuriyet Savcısı Yakup Ali Kahveci tarafından düzenlenen 19 Şubat 2019 tarihli iddianamenin mahkeme tarafından 4 Mart 2019 tarihinde kabulü ile başladı.
Davanın bir numaralı sanığı durumunda bulunan ve insan hakları alanındaki sivil toplum çalışmalarıyla bilinen iş insanı Osman Kavala, 18 Ekim 2017 tarihinde bir seyahat dönüşü havaalanında gözaltına alınmış ve 1 Kasım 2017 tarihinde "Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme, Türkiye Cumhuriyeti devletini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme" iddiaları ile tutuklanmıştı. Kavala'nın tutuklama kararında, "Tüm terör örgütlerinin (FETÖ/PDY - PKK/KCK - DHKPC, MLKP) aktif olarak katıldığı ve destek verdiği Gezi Olaylarının yöneticisi ve organizatörü olduğu ile 15 Temmuz 2016 darbe girişimine katıldığı" iddiaları yer alıyordu.
Kavala’nın tutuklanmasını takip eden bir yıl boyunca yapılan tüm itirazlar ve tahliye talepleri reddedildi, ancak bu süre zarfında Kavala’nın kendisi ve avukatları da dahil olmak üzere kimse Kavala’ya yöneltilen suçlamanın ne olduğunu tam olarak bilemedi. Yaklaşık bir yıl sonra 16 Kasım 2018 günü sabah saatlerinde 20 kişilik bir gözaltı listesi ile yeni bir operasyon yapıldı. Gözaltına alınan 13 kişi arasında Prof. Dr. Turgut Tarhanlı, Prof. Dr. Betül Tanbay, sinema yapımcısı Çiğdem Mater, Anadolu Kültür A.Ş. Genel Koordinatörü Meltem Aslan Çelikkan da vardı. Bu defa gözaltına alınan kişilere emniyette yapılan sorgularında 2013 yılında yaşanan Gezi protestolarına yönelik sorular yöneltildi. İstanbul Emniyeti tarafından yapılan açıklamada gözaltına alınan kişilerin "Gezi eylemlerini derinleştirmek ve yaygınlaştırmak için Kavala ile hiyerarşik düzen içerisinde" çalıştıkları ileri sürüldü.
Gözaltına alınan 16 sivil toplum insanından 15 kişi ifadelerinin ardından serbest bırakıldı. Yiğit Aksakoğlu ise 17 Kasım 2018 tarihinde tutuklandı ve serbest bırakıldığı 24 Haziran tarihli ilk duruşmaya kadar yedi ay tutuklu kaldı.
Kavala’nın tutuklanmasının üzerinden 15 ay, diğer şüphelilerin gözaltına alınmasının üzerinden üç ay geçtikten sonra savcılığın şüpheliler hakkındaki iddianamesini tamamladığı bilgisi basında yer aldı.
Nitekim 2018/210299 Soruşturma Numarası ile düzenlenen 19 Şubat 2019 tarihli iddianame ile şüpheliler Osman Kavala, Ali Hakan Altınay, Ayşe Mücella Yapıcı, Ayşe Pınar Alabora, Can Dündar, Çiğdem Mater Utku, Gökçe Yılmaz, Handan Meltem Arıkan, Hanzade Hikmet Germiyanoğlu, İnanç Emekçi, Memet Ali Alabora, Mine Özerden, Şerafettin Can Atalay, Tayfun Kahraman, Yiğit Aksakoğlu ve Yiğit Ali Ekmekçi hakkında, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 312/1. maddesinde düzenlenen cebir ve şiddet kullanarak “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen ve tamamen engellemeye teşebbüs” suçunu işlediklerinden bahisle, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemiyle kamu davası açılmış oldu. Ayrıca sanıklar hakkında mala zarar verme, nitelikli mala zarar verme, tehlikeli maddelerin izinsiz olarak bulundurulması veya el değiştirmesi, ibadethanelere ve mezarlıklara zarar verme, Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Aletler Hakkında Kanun'a muhalefet, nitelikli yağma, nitelikli yaralama ve Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu'na muhalefet gibi suçlamalarla da ceza verilmesi talep edildi.
İddianamede 746 mağdur yer alıyordu. Mağdurların başında dönemin başbakanı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve 61. Hükümet’in bakanları vardı. Bülent Arınç, Ali Babacan, Beşir Atalay, Bekir Bozdağ, Emrullah İşler, Binali Yıldırım, dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler müştekiler arasında yer aldı. Yargılamanın seyri sırasında bu müştekilerden bir kısmı şikayetçi olmadıklarına dair dilekçe sundu, bir kısmının ise davadan haberdar dahi olmadığı, sigorta şirketlerine veya karakollara yapılan maddi zarar talepli başvurular esas alınarak savcılık tarafından mağdur olarak dosyaya eklendikleri anlaşıldı.
Söz konusu iddianame her ne kadar savcı Yakup Ali Kahveci imzası taşıyorsa da, soruşturmanın 2013 yılı Haziran ayında savcı Muammer Akkaş tarafından başlatılmış olduğu ve fezlekenin dönemin Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürü Nazmi Ardıç tarafından hazırlandığı anlaşılıyordu.
17-25 Aralık sürecinde görevden alınan savcı Akkaş hakkında daha sonra yakalama kararı çıkarıldı. Ardıç ise 2015 yılında “paralel yapı” soruşturmasında tutuklanmıştı.
İddianamedeki hukuka aykırı deliller
İddianamede deliller başlığı altında, ihbarcı ve tanık anlatımlarına, HTS inceleme raporlarına, iletişimin tespiti ve teknik araçlarla izleme karar ve tutanakları gibi delillere yer verilmişti. Yargılama aşamasında deliller bahsine tekrar değinilecek olmakla birlikte, bu aşamada iddianamenin hazırlanması sürecine ilişkin bir hatırlatma yapmakta fayda var.
Nazmi Ardıç’ın düzenlediği fezleke ve Muammer Akkaş tarafından yürütülen soruşturma kapsamında şüpheliler hakkında iletişimin tespiti kararı verilmiştir. Nitekim dosyada delil olarak iletişimin tespiti tutanakları önemli bir yer tutmaktadır. Bu kararların tamamının Gezi protestolarının sona erdiği 2013 Temmuz ayından itibaren verildiği dikkat çekmektedir. Gezi eylemlerini organize etmek, yaygınlaştırmak ve derinleştirmek ile suçlanan şüphelilerin, Gezi protestoları sona erdikten sonra yaptıkları bazı telefon görüşmelerinin nasıl olup da bu iddianın ispatı olabileceğinin, sona ermiş bir eylemi organize ettikleri iddiasının nasıl o görüşmelere dayandırılabileceğinin mantıklı bir açıklaması yoktur. Diğer dikkat çekici ve çok önemli bir husus ise iletişimin tespiti kararlarının hâkim Süleyman Karaçöl ve hâkim Menekşe Uyar tarafından verildiği görülmektedir. Bu iki hâkim meslekten ihraç edilmiştir. Her iki hâkim de verdikleri hukuka aykırı ve usûlsüz dinleme kararları sebebiyle yargılanmış ve mahkûm olmuşlardır.
Soruşturmanın başlatıldığı dönemde görevde olan ve delilleri toplayan kamu görevlilerinin daha sonra bir suç örgütünün parçası oldukları suçlaması ile karşı karşıya kalmaları, bu kişiler tarafından toplanan deliller ve yapılan soruşturma üzerinden hazırlanan iddianamenin hukukî temelini yitirmesi anlamına gelmektedir. Bu iddiaları bertaraf etmek gayreti ile olsa gerek, iddianamenin sonuç kısmına bir paragraf eklenmiş ve “Cumhuriyet Başsavcılığımızın soruşturma safahatı sonunda ve özellikle 2016 yılı sonrasında soruşturmaya konu tüm delillerin ve özellikle de tapelerin tamamının yeniden kıymetlendirilmesinin yaptırıldığı, bu nedenle de iddia edildiğinin aksine dosyanın dış etkilerden ve bahsi geçen örgüt militanlarının dosya üzerindeki tüm etkilerinin ortadan kaldırıldığı hususunun da izahı zaruret arz etmiştir” denilerek tapelerin yeniden kıymetlendirildiği ifade edilmiştir. Ceza muhakemesi hukukumuzda yeri olmayan, hatta o güne kadar hiç duymadığımız bir prosedürden söz edilmekte ve bu prosedür ile “örgüt izlerinin silindiği” iddia edilmekteyse de, bu bilhassa hukuka aykırı dinleme skandallarına ismi karışmış iki hâkim tarafından verilen kararlara dayanarak yapılan dinlemelerin hukuka aykırı delil olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.
İddianamede sanıkların isnat edilen suçu işlediklerine dair sıralanan eylemlerin hiçbiri TCK'nın 312/1. maddesinde düzenlenen “Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen ve tamamen engellemeye teşebbüs” suçunun unsurlarını içermiyordu. Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar başlığı altında düzenlenen bu suçun oluşabilmesi için, eylemin amaçlanan neticeyi elde etmeye uygun ve elverişli olması, elverişli vasıtalarla zorlayıcı eylemlere girişilmesi gerekir. Kanun hükmü zaten “cebir ve şiddet kullanarak” demek suretiyle suçun maddi unsurunu tanımlamıştır.
Ancak savcılık Gezi protestolarını kriminalize etmek gayretiyle, üzerinden altı yıl geçtikten sonra ve daha önce verilmiş beraat kararlarına rağmen, Gezi protestolarını George Soros, Otpor/CANVAS gibi yabancı menşeli kişi ve kuruluşlar ile ilişkilendirmek suretiyle, protestoların dışarıdan ithal edilmiş ve birileri tarafından finanse ve organize edilmiş eylemler olduğu yönünde bir komplo teorisi geliştirmiştir. Bu komplo teorisi iddianameye dönüştürülerek yargılamaya dayanak yapılmıştır.
Savcılığa göre sanıklar, George Soros tarafından finansmanı sağlanan ve Gene Sharp’ın 1973’te yayımlanan “The Politics of Nonviolent Action” (Şiddet İçermeyen Eylem Politikası) kitabıyla teorisyenliğini yaptığı, daha önce de Gürcistan’da veya Arap Baharı sırasında Arap ülkelerinde uygulanan yöntemleri Türkiye’ye getirerek Gezi protestolarını planlamışlar, 3 buçuk milyon kişinin sokağa çıktığı bir eylem örgütlemişlerdi!
“Gezi Parkı olaylarını derinleştirmek ve yaygınlaştırmak için Anadolu Kültür AŞ'ye ait DEPO, Cezayir gibi mekanlarda toplantılar düzenlemek,”
“Sivil İtaatsizlik ve Şiddetsiz Eylem başlıkları altında Gezi Parkı olaylarının devamlılığını sağlamak için yurt dışından aktivizm eğiticileri, kolaylaştırıcılar ve profesyonel eylemciler getirtmek (Duran Adam, Piyano Çalan Adam, Kırmızılı Kadın vs.),”
“Yeni medya oluşturma faaliyetleri içerisine girerek Gezi Parkı sürecinin devamı ve yaşaması muhtemel Gezi benzeri olayların kendi medyaları üzerinden gündem oluşturmak,”
“Avrupa'da birçok kurum ve şahısla görüşme yaparak, Gezi Parkı olaylarında gündeme gelen biber gazının Türkiye'ye ithalinin durdurularak, yasaklanması için çalışmalar yapmak”, iddianamede yer alan, şüphelilerin bu çerçevedeki eylemlerinden bazılarıydı. Barışçıl toplantı ve gösteri yapmanın anayasal bir hak olduğunu veya medya faaliyetlerinin toplumun haber alma hakkı ile doğrudan ilişkili düşünce ve ifade hürriyetinin bir parçası olduğunu bu iddianameyi hazırlayan savcıların bilmesi gerekirdi, ama daha ilginç olanı, sanıklardan bazıları savcılığın suça dayanak gösterdiği ve aslında suç unsuru içermeyen o eylemlere de katılmamıştı: örneğin, katıldığı iddia edilen bir toplantıya katılmamıştı. İddia edilen medya kurulamamış, iddianamede sözü edilen belgesel film çekilememişti. Birlikte Gezi protestolarını organize ettiği iddia edilen sanıkların pek çoğu birbirini ilk kez duruşma salonunda görmüştü.
Duruşmalar
Davanın ilk duruşması 24 Haziran 2019'da görüldü. Sanıkların sorgusu yapılan ve iki gün süren ilk celse Osman Kavala'nın tutukluğunun devam etmesi ve Yiğit Aksakoğlu'nun tahliye edilmesi ara kararıyla sona erdi. 18 Temmuz'daki ikinci duruşmada mahkeme başkanı, Kavala için ev hapsi talep etti ancak oy çokluğuyla tutukluluğunun devamına karar verildi. Bir sonraki celse ise ilginç bir gelişmeye sahne oldu: davaya bakan mahkeme heyeti değiştirildi ve Kavala’nın tutukluluğunun sonlandırılması yönünde oy kullanan başkan yerine yeni bir başkan atandı. 24 Aralık'taki duruşma öncesinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 10 Aralık 2019 tarihli kararı ile Osman Kavala’nın tutukluluğunun insan hakları ihlâli olduğuna, dosyadaki delillerin suçlamaya yeterli olmadığına, isnat edilen eylemlerin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde güvence altına alınmış haklar olduğuna vurgu yaparak derhal salıverilmesi gerektiğine karar verdi. Fakat Kavala tahliye edilmedi. Mahkeme hükmüne gerekçe olarak, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin 'derhal serbest bırakılmalı' kararının kesinleşmemesini,” “suçun vasfını ve katalog suçlardan olmasını” ve “tutuklamanın ölçülü olmasını” gösterdi. Aynı celse bir diğer “şaşırtıcı” gelişme ise tanık Murat Papuç’un can güvenliği olmadığı iddiasıyla avukatların ve sanıkların yokluğunda dinlenmesi talebinin kabul edilmesi ile yaşandı. Mahkeme, tanığı gizli oturum açarak dinlemek suretiyle savunma hakkı bakımından son derece kısıtlayıcı ve daha önce örneğine rastlanmamış bir uygulamaya imza attı. Tanığın söyledikleri sanıkların isnat edilen suçu işlediklerini ispata yarayacak mahiyette olmamakla birlikte, tanığın dinlenmesindeki usûlsüzlük sanık müdafileri tarafından, hâkimlerin tarafsızlıklarını yitirdiklerinden bahisle heyetin reddi gerekçesi yapıldı. Ancak mahkeme ret taleplerini de geri çevirdi. Savcılığın esas hakkındaki mütalaası da hızlandırılmış bir şekilde hazırlanarak taraflara tebliğ edildi. Mütalaada iddianameden farklı bir husus yoktu ve savcı tüm sanıkların cezalandırılmasına karar verilmesini talep ediyordu. Mahkemenin yargılamayı hızlandırma gayreti ve sanık müdafilerinin taleplerini üst üste reddetmesi karşısında davanın karar duruşması son derece gergin koşullar altında başladıysa da 18 Şubat 2020 tarihinde görülen son celsede mahkeme tarafından yurt dışında bulunanlar dışındaki tüm sanıkların beraatine ve Kavala’nın tahliyesine karar verildi. Ancak Osman Kavala tahliye edilemeden başka bir suçlama ile tekrar tutuklanarak cezaevine gönderildi. Osman Kavala halen Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunuyor.
Gerekçeli karar
Mahkeme Gezi davası ile ilgili gerekçeli kararında, delillerin kanuna aykırı olduğunu, tanıkların beyanlarında da sanıklara atfedilen şiddet eylemlerine yönelik görgü ve bilgilerinin bulunmadığını, Osman Kavala'nın Gezi olaylarının finansörü olduğu yönündeki iddia üzerine dosya kapsamında alınan MASAK raporunda Gezi olaylarının Açık Toplum Vakfı ve Anadolu Kültür A.Ş. üzerinden finanse edildiğini gösteren herhangi bir delilin sunulmadığını belirtmiş ve neticede “hükme esas alınamayan hukuka aykırı tape delilleri haricinde kalan delillerin değerlendirmesi ile haklarında hüküm kurulan sanıkların; kamu düzeninin işleyişine karşı vahim nitelikte şiddet ve cebir içeren eylemlerde bulunan "marjinal grupları" ve "yasadışı sol örgütleri" yöneterek, yönlendirerek veya azmettirerek hükûmetin icra kabiliyetini engelleyecek düzeyde bir girişimde bulunduklarına dair, mahkûmiyetlerine yeter derecede hukuka uygun, somut ve kesin delil elde edilemediği zarureti ile” sanıkların beraatlerine karar vermiştir.
Mahkemenin kararına karşı savcı ve bir kısım müdahiller tarafından istinaf talebinde bulunuldu. Cumhuriyet savcısı sunduğu 90 sayfalık istinaf talebi dilekçesiyle, sanıkların hükümeti yıkmaya ve görevini yapmasını engellemeye teşebbüs ettiklerini iddia etmekte ve bu nedenle de sanıkların cezalandırılması gerektiği talebini tekrarlamaktadır.
2013 yılının Haziran ayında milyonlarca kişi, kimseden talimat almadan, özgür iradeleriyle anayasal haklarını kullanarak Gezi protestolarına katılmışlardır. Dolayısıyla savcılık tarafından ne iddia edilirse edilsin, bu yargılama nihayete erdiğinde ne karar çıkarsa çıksın, Gezi protestolarının kamu vicdanındaki masumiyeti ve toplumsal hafızadaki haysiyetli yeri sabittir. Gezi bu toplumun müşterek hafızasında haklı taleplere dayanan bir demokratik tepki olarak yerini almış durumdadır.
Savcılığın Arap Baharı, Gürcistan, Ukrayna gibi örnekler ile Gezi protestolarını ilişkilendirmesi ve adeta “aynı karanlık ellerce” planlandığını iddia etmesi karşısında kısa bir alıntı ve hatırlatma yapmakta fayda var:
“Şunu çok iyi anlamak durumundayız: Tarihte baskıyla, sindirmeyle, korkuyla ayakta kalmayı başaran hiçbir yönetim yoktur. Tarihin her döneminde er ya da geç insanlık onuru bütün zincirleri kırmış, bütün duvarları yıkmış, mazlumun ahı aheste de olsa çıkmıştır… Halka gözünü, gönlünü veya kulağını kapatan yönetimler uzun ömürlü olamazlar. Halkın hiçbir özlemi, hiçbir çağrısı karşılıksız kalmaz. Halka rağmen hiçbir iktidar ayakta duramaz. Devlet halk içindir, halkın varlığıyla, iradesiyle, desteğiyle anlam kazanır. Biz kendimiz için ne istiyorsak dostlarımız ve kardeşlerimiz için de aynısını istiyoruz. Demokrasi ve özgürlük bir ulûfe değil, insani bir haktır.”
Bu sözler Gezi davasındaki sanıklardan birine ait değildir. Barışçıl Gezi protestolarının anayasal bir hak ve demokratik kültürün bir parçası olduğuna inanan hiç kimsenin itiraz etmeyeceği bu cümleler; Gezi davasının bir numaralı mağduru dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın savcılığın karanlık eller tarafından planlandığını iddia ettiği Mısır'daki halk hareketlerine ilişkin 2 Şubat 2011 tarihinde TBMM’deki Grup Toplantısında yaptığı konuşmadaki sözleridir.
* Hürrem Sönmez, avukat ve diken.com.tr köşe yazarıdır.