Expression Interrupted

Türkiye’de ifade özgürlüğüne yönelik baskının öncelikli hedefi gazeteciler ve akademisyenler. Yüzlerce gazeteci ve akademisyen hakkında soruşturma açıldı, birçoğu tutuklandı. Bu site ifade özgürlüğünü kullandığı için soruşturma ve kovuşturmaya uğrayanlar hakkındaki yasal süreci takip etmektedir.

ANALİZ | "Pansuman" niteliğinde yargı paketleriyle demokrasi gelir mi?

ANALİZ |

Av. Baran Doğan’a göre, Türkiye’de son yıllarda “yargı reformu” adı altında yapılan düzenlemelerin bir kısmı olumlu değişiklikler içerse de bu paketlerin yargı kültüründe herhangi bir şeyi değiştiremediği açık

 

YASİN KOBULAN

 

Kamuoyunda “4. Yargı Paketi” olarak bilinen "Ceza Muhakemesi Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi" Haziran ayı sonunda Meclis Adalet Komisyonundan geçti ve bu hafta TBMM Genel Kurulunda kabul edilerek yasalaştı.

Yirmi yedi maddelik teklifte, yargıya erişim, adli kontrol, kadına yönelik şiddet ve soruşturma usullerine ilişkin birtakım düzenlemeler getiriliyor.

Ancak paketin ayrıntılarına bakmadan önce Türkiye’nin yargı reformu macerasının yakın geçmişine kısaca göz atmakta fayda var.

Türkiye’de Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yargıya yüklenen misyonun, vatandaşların hak ve özgürlüklerini korumaktan ziyade adeta devleti ve devletin çıkarlarını korumak amacını güttüğüne ilişkin endişeler hep olageldi. Mevcut haliyle yargı sistemi vatandaşın adalet ihtiyacını yeterince karşılamazken, özellikle devletin kendini koruma refleksinin arttığı dönemlerde yargı, hak ve özgürlüklerin öğütüldüğü bir çark hâline geldi. Bu nedenle Türkiye’de adalet yönetiminde köklü bir reform ihtiyacı ara ara atılan adımlara rağmen uzun zamandır kendini hissettiriyor.

Yargı sisteminin bireyler üzerinde yarattığı mağduriyetin önemli bir göstergesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) verdiği ihlal kararları. 1 Ocak 2021 itibarıyla AİHM önünde derdest başvurusu sayısı bakımından Türkiye, 11 bin 750 başvuru ile Rusya’nın ardından ikinci sırada yer alıyor.

AİHM, 1995-2020 yılları arasında Türkiye aleyhine toplam 3 bin 331 karar verdi. Bu kararların büyük çoğunluğu adil yargılanma hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı ve yargılamaların uzunluğuna ilişkin oldu.

Bunca ihlal kararına rağmen Türkiye’de yargı sistemindeki bozuklukları düzeltmeye yönelik adımlar ise genellikle “plansız” ve “acil sorunlara çözüm” üretmek amacıyla “yaraya pansuman” niteliğinde oldu.

2000’li yıllardan bugüne Türkiye’de “yargı reformu”

1999 yılında Türkiye’nin resmen Avrupa Birliği’ne (AB) üye ülke statüsü kazanmasının ardından, yargı alanında stratejik reformun ilk ayak sesleri duyulmaya başlandı. Kopenhag kriterlerinin Türkiye tarafından yerine getirildiğine karar veren AB, 2004’te müzakerelerin resmen başlaması kararı aldı. Bu süreçte AB yetkilileri, Adalet Bakanlığı’ndan “Yargı ve Temel Haklar” başlıklı 23. Fasıl kapsamında Türkiye’nin yargı bağımsızlığı, tarafsızlığı ve etkinliğinin güçlendirilmesine yönelik bir strateji hazırlayarak Avrupa Komisyonuna sunmasını istedi.

Bakanlık, 2008 yılında kurduğu bir komisyonla çalışmalara başlayarak Yargı Reformu Stratejisi Eylem Planını hazırladı. Planda “Yargı bağımsızlığının güçlendirilmesi” ve “Yargının tarafsızlığının geliştirilmesi” gibi temel başlıkları ele alan 10 kritere yere verildi.

Yargı kurumlarının işleyişlerine yönelik reformun yanı sıra 2010 yılında özellikle yüksek yargı kurumlarının yapısında dönüşüm yaratan bir başka reform dalgası geldi. Hükümet, kendisine yüklenen misyon gereği vesayet rejiminin dayanaklarından olan yüksek yargı kurumlarında “daha çağdaş, çoğulcu ve hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı” bir dönüşüm söylemiyle 2010 yılında Anayasa’nın değiştirilmesini gündeme getirdi.

Referandumdan sonra Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ve Anayasa Mahkemesinin (AYM) üyelik yapısı ve seçim usullerinde önemli değişiklikler yapıldı.

Bu süreçte, HSYK’nın eskisine kıyasla daha çoğulcu bir yapıya kavuşması bir yana, Adalet Bakanının kuruldaki rolü, HSYK seçimleri ve kimi kritik davalarda savcıların görevden alınması gibi uygulamalar kurulun bağımsızlığı hakkında toplumda tartışmalara neden oldu. Bunların yanı sıra 2010 Anayasa değişikliği ile Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru ve Kamu Denetçiliği Kurumu gibi yeni kurumlar oluşturuldu.

Yargı Reformu Stratejisi, Bakanlık tarafından 2012 yılında ulaşılmak istenen hedeflerin yüzde 70’ine uyulduğu gerekçesi ile güncellendi. Yeni stratejide belirlenen 11 amaç içerisinde “yargısal uygulamalar ve mevzuattan kaynaklanan insan hakları ihlallerinin önlenmesi ve insan hakları standartlarının güçlendirilmesi” yer aldı.

Türkiye’nin ilk defa 2011 yılında tanıştığı yargı paketleri, bu çerçevede ifade özgürlüğü, adil yargılanma hakkı, kişi özgürlüğü gibi temel hakların korunması ve yargılama sürelerinin hızlandırılması amacıyla hazırlanarak yasallaştı.

Yargı paketlerinin çıkarılma nedenleri, genel olarak iki temel amaca yönelik oldu. Bu amaçlardan ilki, adaletin hızlandırılması ve yargılama sürelerinin kısaltılması; ikincisi ise insan hakları alanında, özellikle de adil yargılanma hakkı, ifade ve basın özgürlüğü ile kişi özgürlüğü alanlarında iyileştirmeler yapılmasını kapsadı. Özellikle AİHM’nin Türkiye aleyhine aldığı kararlar, paketlerin hazırlanmasında referans alındı.

Her ne kadar hükümet bu süreçte dört yargı paketi çıkarmış olsa da Türkiye’de yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı tartışma konusu olmaya devam etti. İfade özgürlüğü ve özel hayatın gizliliği gibi önemli temel haklar daha da geriledi. 2016’da yaşanan 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen Olağanüstü Hâl uygulamalarının da etkisiyle durum daha da kötüye gitti.

Kasım 2016'da Avrupa Parlamentosu, hükümetin darbeye yönelik “orantısız baskıcı tedbirleri” nedeniyle Avrupa Komisyonunun üyelik müzakerelerini geçici olarak askıya almasını talep eden bağlayıcı olmayan bir karar lehinde oy kullandı. 13 Aralık 2016 tarihinde, Avrupa Konseyi, Türkiye'nin üyelik müzakerelerinde mevcut koşullarda yeni fasıl açılmayacağına karar verdi.

2017'de AB yetkilileri, planlanan Türk politikalarının Kopenhag'ın AB üyeliğine uygunluk kriterlerini ihlal ettiğini ifade etti.

26 Haziran 2018'de AB Genel İşler Konseyi, “hukukun üstünlüğü ve ifade özgürlüğü de dahil olmak üzere temel haklar konusunda devam eden ve derinden endişe verici gerilemeden endişe duyduğunu” belirterek Türkiye'nin Avrupa Birliği'nden uzaklaşmakta olduğuna dikkat çekti ve Türkiye’nin katılım müzakereleri fiilen durdu.

AB’nin çağrısından 45 gün sonra Yargı Reformu Strateji Belgesi

Avrupa Birliği-Türkiye Ortaklık Konseyi toplantısı dört yıl aradan sonra, 15 Mart 2019’da Brüksel’de yapıldı. AB Türkiye'ye, yargı bağımsızlığını, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını, temel hak ve özgürlükleri olumsuz etkileyen uygulamalardan acilen vazgeçme çağrısı yaptı.

Bu çağrıdan tam bir buçuk ay sonra, 30 Mayıs 2019'da ise AKP iktidarı tarafından Yargı Reformu Strateji Belgesi açıklandı. AB müktesebatına uyum amaçlı olduğu açıklanan Yargı Reformu Strateji Belgesi, 9 amaç, 63 hedef ve 256 faaliyetten oluştu.

Yargı Reformu Strateji Belgesi kapsamında bugüne kadar üç yargı paketi TBMM’den geçerek yasalaştı. Yargı paketleri, pasaportların iadesi, ifade özgürlüğünün genişletilmesi, soruşturma aşamasındaki tutuklama sürelerinin kısaltılması, yargılama sürelerinin hızlandırılması, yargılama süreleri, arabuluculuk, alacak davaları gibi konular da dahil olmak üzere birçok düzenlemeyi içerdi.

Ceza Muhakemesi Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun

AKP son olarak kamuoyunda “4. Yargı Paketi” olarak anılan ve yedi ayrı kanunda düzenleme öngören kanun teklifini TBMM Adalet Komisyonuna sundu. Adalet Komisyonu’nda kabul edilen 27 maddelik paket, 6 Temmuz Salı günü TBMM Genel Kurulunda görüşülmeye başlandı ve 8 Temmuz'da Genel Kurul’da kabul edilerek yasalaştı.

Yargı paketi ile terör, soykırım, insanlığa karşı suçlar, kasten öldürme ve çocuğun cinsel istismarının da aralarında bulunduğu katalog suçlardan tutuklamada “somut delil aranması” koşulu getiriliyor.

Adli kontrol sistemini de yeniden düzenleyen pakete göre, adli kontrol kapsamında verilen “konutu terk etmeme” kararlarının uygulanmasında kişinin evde geçirdiği her iki gün, mahkûmiyet süresinden bir gün olarak düşülecek. Sulh Ceza Mahkemelerinin tutuklama ve adli kontrol kararlarının denetimine ise “dikey itiraz” yöntemi getiriliyor.

Boşanmış eşe karşı işlenen öldürme, yaralama, eziyet, zorla alıkoyma suçları da eşe karşı işlenen suçlarda olduğu gibi nitelikli suç kapsamına alınarak cezasının ağırlaştırılması öngörülüyor.

İdari başvurulara cevap verme süresi 60 günden 30 güne indiriliyor.

Yargılamada yaşanan gecikmelerin önüne geçilmesi ve makul sürede yargılanma hakkı ile hak arama hürriyetinin daha etkin korunması için idari yargı mercilerince verilen nihai kararlar, gerekçesiyle birlikte en geç 30 gün içinde yazılacak.

Usulüne uygun olarak çağrılıp mazeret bildirmeksizin gelmeyen tanıklar hakkında verilen zorla getirme kararlarının bildirilmesinde mevcut tebligat usulüne ek olarak telefon, telgraf, faks, elektronik posta gibi araçlardan da yararlanılacak.

İfadesi alınmak amacıyla düzenlenen yakalama emri üzerine mesai saatleri dışında yakalanan ve belirlenen tarihte yargı mercii önünde hazır bulunmayı taahhüt eden kişi, Cumhuriyet savcısının emri doğrultusunda serbest bırakılabilecek. Bu hüküm her yakalama emri için ancak bir kez uygulanabilecek. Taahhüdünü yerine getirmeyen kişiye 1000 TL idari para cezası verilecek.

Katalog suçlarda bir kişinin tutuklanabilmesi, kuvvetli suç şüphesinin “somut delillere” dayanmasına bağlı hale getirilecek. Tutuklamaya, tutuklamanın devamına veya tahliye isteminin reddine ilişkin kararlarda, mevcut koşullara ilave olarak adli kontrol uygulamasının yetersiz kalacağını gösteren deliller de somut olayda gösterilecek ve kararda yer alacak.

Avukat Baran Doğan: Önemli olan yargının vereceği tepki

Kanun teklifi ile ilgili görüşlerine başvurduğumuz Avukat Baran Doğan’a göre, önemli olan nokta, yargının yeni düzenlemeye nasıl bir tepki vereceği.

Ceza Muhakemesi Kanunu’nda (CMK) katalog suçlarda tutuklanmaya gerekçe olarak kuvvetli suç şüphesinin varlığının arandığını hatırlatan Doğan, bunun önemli olduğunu ancak yargıçların bazı suçlarda tutuklama tedbirine başvururken bazı suçlarda tutuklama kararı vermediklerinin altını çizdi.

Doğan’a göre, yargının yeni düzenlemeye ne şekilde tepki vereceği önemli: “Yani ‘somut delil’ aradığınız zaman o suçlarla ilgili CMK’daki deliller olmadığı müddetçe kişiyi tutuklamamanız gerekir.”

“Özellikle iki kişi arasında gerçekleşen olaylarda, özellikle cinsel istismar suçlarında, başkalarının bilmediği, tanığı olmayan suçlarda ‘somut delil’ olarak neyi değerlendirecekler?” diye soran Doğan, kişinin beyanının da CMK’ya göre somut delil olduğunu, bu nedenle mağdurun tutarlı ve hayatın olağan akışına uygun beyanının somut delil olarak kabul edilmesi gerektiğini belirtti.

“CMK’nın 100. maddesi kevgire döndü”

“Kuvvetli suç şüphesi” kavramının uygulamada muğlak olduğunu ifade eden Doğan, “somut delil” kavramının nasıl yorumlanacağının uygulamanın şeklini belirleyeceğini ifade etti.

CMK’nın 100’üncü maddesine daha önce farklı düzenlemelerle çok sayıda ekleme ve çıkarma yapıldığını vurgulayan Doğan’a göre ilgili maddenin içeriği uygulamada bir nevi “kevgire” dönmüş durumda: “Maddenin içeriğini yargıçlar öyle belirsiz yorumluyorlar ki, birbirine zıt uygulamaları aynı anda yapıyorlar. Aynı mahkemeler bunu yapıyor. Nasıl bir uygulama düzeni, nasıl bir tutuklama rejimi olduğunu bir hukukçu kavrayamıyor. Mevcut delillerle müvekkilinin tutuklanıp tutuklanmayacağını önceden anlamakta zorluk çekiyor. Çünkü tutuklama ile ilgili rejim tam oturmuş değil, yorum farkları var. Orada da bir yorum farklılığı olacaktır. CMK’da üç tür delil var. Beyan delili, belirti ve belge delili. Bu bir uygulama sorunu olarak ortaya çıkacaktır. Ben insafın hiçbir şekilde yargıca bırakılmaması gerektiğini düşünüyorum, özellikle özgürlük ile ilgili durumlarda. Somut olarak CMK’nın 100’üncü maddesinin çok ciddi bir şekilde el alınıp, kelime eklemelerle değil, doğru dürüst bir tutuklama rejimi oluşturulması gerektiğini düşünüyorum.”

“Eksik de olsa önemli bir düzenleme”

Adli kontrol sisteminde öngörülen düzenlemeye ilişkin ise Av. Doğan, adli kontrol uygulamalarının bir yargılama tedbiri olduğunu vurguladı. Adli kontrol uygulamasının kişinin özgürlüğüne müdahale içerdiğini belirten Doğan, “konutu terk etmeme” şeklindeki uygulamanın ev hapsi anlamına geldiğini, bu uygulamanın daha önce cezadan mahsup edilmediğini, yapılan düzenlemeyle bunun kısmen de olsa düzeltildiğini söyledi: “Evde iki gün olarak geçirilen adli kontrolün cezadan bir gün olarak düşürülmesi yetmez, bence tamamının düşürülmesi gerekir. Çünkü özgürlüğe doğrudan bir müdahale var, kişiyi doğrudan eve hapsediyorsunuz. Şu ana kadar bunun cezadan düşürülmemesi hukuka aykırıydı, dolayısıyla eksik de olsa olumlu bir düzenleme.”

Av. Doğan, adli kontrol tedbiri uygulamalarına ilişkin getirilen süre kısıtlamalarının ise çok uzun olduğunu belirtti.

Teklife göre, adli kontrol süresi, ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işlerde en çok 2 yıl olacak. Bu süre, zorunlu hallerde 1 yıl uzatılabilecek. Ağır ceza mahkemesinin görev alanına giren işlerde ise adli kontrol süresi en çok 3 yıl olacak ve bu süre zorunlu hallerde gerekçesi gösterilerek 3 yıla kadar uzatılabilecek. Türk Ceza Kanunu'nun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü, Beşinci, Altıncı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar ile Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlarda ise uzatma süresi 4 yılı geçemeyecek.

“Dikey itiraz değişiklik yaratmayacak”

Sulh Ceza Hâkimliklerince verilen tutuklama kararlarına “dikey itiraz” usulü getiren düzenlemeyi olumlu olarak değerlendiren Doğan’ın kuşkuları da yok değil.

Mevcut itiraz düzenlemesinin hukuka aykırı olduğunu ifade eden Av. Doğan, eskiden uygulanan dikey itiraz sisteminin daha güvenceli bir sistem olarak görüldüğünü hatırlattı ancak uygulamada mahkemelerin yoğunluğu nedeniyle üstünkörü karar verileceği yönündeki endişesini dile getirdi. Doğan, “Çok büyük bir değişiklik yaratacağını düşünmüyorum ama doğru olan sistem bu” diye konuştu.

“Yeni kanun, eski alışkanlıklar”

“Yargı reformu” adı altında yapılan düzenlemelerin şu ana kadar kapsamlı bir değişiklik getirmediğini belirten Av. Doğan’a göre son 10-15 yılda yapılan düzenlemeler yargı kültüründe herhangi bir değişikliğe yol açmadı.

Yargı paketlerini uygulayan hâkim ve savcıların kendilerini özgür hissettikleri ve baskı altında olmadıkları takdirde hukuka uygun bir şekilde, vicdani kanaatlerine göre yasal uygulama yapabileceklerini hissedeceklerini belirten Av. Doğan: “Bu duygu yok öncelikle yargıda. Son dönemde Türkiye’de yaşanan bir sürü mesele var. Bir mafya babasının yaptığı açıklamalar var birileri hakkında. Bu basit suç şüphesi ile soruşturma başlatılabilecek iddialar hakkında bir tek savcı harekete geçemedi. Bu gücü kendinde bulamadı, bulamaz. Böyle bir iklim yok. O yüzden bir yorum meselesi diyoruz biz” diye konuştu.

Doğan, sözlerine şöyle devam etti: “Şimdi Adalet Bakanlığı, başsavcılıklar üzerinden her adliyede savcılara nüfuz ediyor, hâkimlere nüfuz ediyor. Dolaylı olarak da olsa bir baskı var. Üçüncü Yargı Paketindeki düzenlemelerin en önemlilerinden biri buydu; savcılar kontrol altına alındı. ‘Ben hukuk üretebilirim’ diyebilen bir hâkim, savcı zihniyeti yok. Böyle bir iklim olmadığı için, şimdi yeni bir kanun çıkartıyorsunuz, eski alışkanlıklarla devam ediyorsunuz. (Uygulayıcılar) yine bildiğini okumaya devam ediyor. Yargının bağımsız hareket etme iklimi yok. Ne kamuoyundan bağımsızlar ne de iktidardan bağımsızlar. Bu yüzden kararlar verilirken büyük hatalar yapıyorlar.”

Yargı paketlerine umut bağlandığı sürece düzgün bir hukuk sistemi olmayacağını söyleyen Doğan’a göre sorun, yargı paketleri ile halledilecek bir mesele değil: “Şöyle bir kararı vermemiz lazım: Eğer Türkiye bir hukuk devleti olmak istiyorsa, hukukun gereği olan yasalar neyse biz bu yasaları düzgün ve anlaşılır bir şekilde, uygulamayı zorlaştırmayacak bir şekilde düzenleyeceğiz. Bu konuda bir karar vermemiz gerekiyor hepimizin. Yoksa bu tür yargı paketleri ile bir şeyin değişeceğini zannetmiyorum.”

Yukarı