Expression Interrupted

Türkiye’de ifade özgürlüğüne yönelik baskının öncelikli hedefi gazeteciler ve akademisyenler. Yüzlerce gazeteci ve akademisyen hakkında soruşturma açıldı, birçoğu tutuklandı. Bu site ifade özgürlüğünü kullandığı için soruşturma ve kovuşturmaya uğrayanlar hakkındaki yasal süreci takip etmektedir.

ANALİZ: TCK 220/7 - Terörle mücadele hukukunun hukuksuzluğu

ANALİZ: TCK 220/7 - Terörle mücadele hukukunun hukuksuzluğu

“Örgüt üyeliği” için katılma, hiyerarşik gücün emrine girme ve geçişken ve canlı bir organik bağ ve bunun ispatlanması için süreklilik, çeşitlilik ve yoğunluk içeren faaliyetlerin tespiti gerekirken, “örgüt üyesi gibi” cezalandırılmak için toplantı ve gösteri yürüyüşüne katılmak, görüş belirtmek, haber yapmak ve diğer gazetecilik faaliyetleri yetebilmektedir

 

LEVENT PİŞKİN

 

Terörle mücadele hukukunun ceza yargılamasına ayrı bir kanun ile dahil olduğu 1991 yılından bugüne insan hakları ve özgürlükleri ile terörle mücadele arasındaki denge en sık tartışılan konular arasındaki yerini alıyor. Ancak bütün bu tartışmalara rağmen iktidarlar gerekli düzenlemeler yapılması bir tarafa, yasayı ve yasanın uygulanmasını insan hak ve özgürlükleri aleyhinde genişletiyorlar. Nihayetinde bu yazının yazılmasına sebep olan da bu tutum olup, terörle mücadele adı altında muhaliflerin ve basının (muhabir, köşe yazarı, TV programcısı vs.) susturulmasına yönelik bu genişlemedir.

 

Türkiye hala dünyada gazeteciler açısından tehlikeli ülkeler arasında sayılıyor. Öyle ki, en çok tutuklu gazetecinin bulunduğu ülkelerin arasında adı sayılıyor ve çeşitli uluslararası kurum ve kuruluşlar tarafından her seferinde gazeteciler ve ifade özgürlüğüne yönelik bu endişe dile getiriliyor. Bu durum siyasi iktidar tarafından ciddiyetle ele alınmayıp kişilerin gazetecilik faaliyetinden değil, terör faaliyetlerinden sorgulandığı, kovuşturulduğu veya tutuklu olduğu dillendiriliyor. Gazetecilik faaliyetinin kendisi bizzat suç olmadığına göre, kuşkusuz gazeteciler başka birtakım maddelerden ve çoğunlukla Terörle Mücadele Kanunu (TMK) kapsamındaki suçlardan yargılanıyorlar. Ve dolayısıyla iktidarın söylediği, ancak kendi kendini doğrulamaya yönelik bir totoloji olmanın ötesine geçemiyor. 

 

Bu anlamda, gazeteciler ile ilgili ve aslında daha genel çerçevede ifade özgürlüğü gibi toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, haber alma ve yayma hürriyeti, düşünceyi yayma ve açıklama hürriyeti vb. temel haklara yönelik bir müdahaleyi mümkün kılan, terörle mücadele hukukunun müphemliği ve müstesna oluşu ile bunların ceza kanununa açık yansımalarıdır. İfade özgürlüğüne yargının ve hükümetlerin bu denli geniş müdahalesine cevaz veren kanunlar ve Türk Ceza Kanunu (TCK) maddeleri arasında 220’nci maddenin 7’nci fıkrası özel bir yere sahiptir. Ancak terörle mücadele hukukuna gelmeden evvel bu hukukun tarihsel arka plandaki evrimini tartışmakta fayda var. 

 

Türkiye’de terörle mücadele hukukunun kısa arka planı

 

Türkiye’de örgütlü suçların mantığını ve gelişimini kavrayabilmek için PKK ve Türkiye Cumhuriyeti arasındaki çatışmanın tarihine farklı düzlemlerde bakmak gerekiyor. Çatışmayı, çatışan tarafların yapısal ve ideolojik dönüşümünü anlamadan, mevcut kanunların ruhunu anlamanın imkânı bulunamaz. Dönüşümün tüm evrelerinin ayrıntılı bir değerlendirmesi bu yazının kapsamını aşacağından, genel bir değerlendirme yapılıp konuya odaklanılacak. 

 

Bilindiği gibi, modern Türkiye tarihi boyunca Kürt sorunu en temel meselelerden biri olmuş, devlet politikasının belirlenmesinde esas olarak alınmıştır. “Devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü” prensip olarak kurulmuş, homojen bir toplum yaratma hedefi her daim canlı tutulmuştur. Ulusun ve vatanın birliği, bu bağlamda, sadece bir söylem düzeyinde kalmamış, kanunlara ruhunu veren temel düstur haline gelmiştir.

 

1984 yılında, 12 Eylül darbesinin sıkıyönetim hukukunun hâlâ uygulamada olduğu bir dönemde on yıllara yayılan Kürt meselesi yeni bir boyut kazanarak “silahlı çatışma” olarak cisimleşti. Başlangıçta PKK’nin varlığı devlet tarafından “birkaç eşkıya” olarak tanımlanmış olsa da (Özdağ 2007, 69), PKK’nin artan faaliyetleri ve yoğunlaşan çatışma, devletin bu yaklaşımını ve tanımını etkisiz kıldı ve yerine “terörizm” kavramı ikame olundu. 

 

Devlet, hemen akabinde askeri tedbirlere odaklandı, ancak askeri tedbirlerin yanında olağanüstü hâl (OHAL) ilanı, köy koruculuğu ve köylerin boşaltılması gibi yasal ve yapısal birtakım uygulamaları da devreye soktu. Bölge, Milli Güvenlik Kurulunun (MGK) önerileri doğrultusunda hazırlanan OHAL kararnameleri, tüzük ve yönetmelikler aracılığıyla yönetilmeye başladı. Köy koruculuğu sadece askerî amaçlara hizmet etmiyor, aynı zamanda bir politik araç olarak kimlerin devlete sadık olup olmadığını da belirliyordu. Bu belirlemeler ve yine bir askeri strateji ışığında, korucu olmayan köylerin zorla boşaltılması ve insansızlaştırılması hedefe konuldu. Bu anlamda, köylerin boşaltılması bir askeri ve idari strateji olarak uygulamaya sokuldu (Balta Paker ve Akça 2013, 11).

 

Kısaca bahsettiğimiz bir takım devlet pratikleri, anlaşılacağı üzere askerî bir stratejiye hizmet ediyor. Bu stratejinin görülmesi gereken başka bir önemi ise mekânsal üstünlük. Çatışmalar kırsal alanda yoğunlaşırken Kürt hareketinin siyasal ve toplumsal örgütlenmesinin şehirlerde yaygınlaşmaya başlamasıyla birlikte, devlet stratejisini sivil-siyasal-toplumsal kesimlere yönelik geliştirip genişletti.

 

Leviathan’ın kılıcı

 

Dönemin 765 sayılı Türk Ceza Kanunu devlete “örgütlü suçlar” hakkında geniş bir alan sağlasa da “terörizm” temelli özel bir kanun yasalaştı: Terörle Mücadele Kanunu (3713 S.K., Resmî Gazete, 20843-Mükerrer, Nisan 1991). Devletin PKK’nin şehirlerde kitleselleşmesinin önüne geçmek amacıyla bir “resmî” silah olarak kullandığı bu kanun, sivil ve askerî yargıçlardan oluşan Devlet Güvenlik Mahkemelerinin yetkisi ve görevi kapsamında sayıldı. Bundan böyle TMK, yürütülen yasal faaliyetlerin tepesinde sallanan bir kılıç olarak kurumsallaştı ve zaman içinde insan hakları ve barış savunucuları ile sivillere yönelik bir baskı mekanizmasına dönüşmeye başladı. Zira TMK’deki terör tanımı herhangi bir eylemi, hareketi yahut sözü kapsayacak denli geniş dizayn edilmişti.

 

Süreç içerisinde PKK’nin değişen yapısı, ideolojik dönüşümü ve Kürt hareketinin toplumsal bir harekete doğru evrilen, evrildikçe kitleselleşen pozisyonu, devleti yeniden konumlandırdı. Öyle ki sivil alan örgütlenmesi kültürel ve siyasal etkinlikler ile genişledikçe, devlet nezdinde örgüte kimin üye olup olmadığını belirleme imkânı muğlaklaştı. Bir başka deyişle, sivillerle silahlı militanlar arasındaki ayrım devlet nezdinde silikleşti; örgüt üyeliği için temel unsurlardan biri olan hiyerarşik yapıya dahil olma gibi hususlar ikinci plana atıldı ve devletin sivilleri suçlama, yargılama kapasitesi yasal değişikliklerin tanıdığı imkânlar dahilinde arttı.

 

Bu dönüşüme ilişkin devletin icat ettiği en belirgin hamle yasal alanda gerçekleşti, en azından sokağa çıkma yasakları dönemine kadar… “Silahlı mücadeleye” dayanmayan, sivil, yasal, kültürel ve sosyal etkinlikler ile ön plana çıkan, siyasal alanda varoluş sergileyen bir Kürt muhalefeti oluştukça, yasanın kılıcı daha da keskinleşti. Böylece, devlet PKK ile silahlı çatışmaya bir yandan devam ederken, öte yandan şehirlerde artan kitleselleşmenin önüne geçmek adına yasaklama ve kriminalize etme sürecine koyuldu. Yasal siyasal parti ve diğer sivil toplum örgütlenmelerine yönelik kapatma kararları, etkinliklerin ve her türlü örgütlenmenin kriminalize edilmesi, kitlesel gözaltı ve tutuklamalar bu sürecin temel araçları haline geldi. Tekraren, bu kitleselliğin ve alan genişlemesinin sonucu olarak kimin örgüt üyesi olup olmadığının belirlenmesindeki belirli kriterler belirsizleşti ve örgütlü suçlar tanımının ve unsurlarının genişletilerek kanunilik prensibine aykırı olacak biçimde suçun unsurları muğlaklaştırıldı. PKK/KCK’nin amacı ve ideolojisiyle uyumlu olduğunu “anımsatan” herhangi bir eylem veya düşünce açıklaması bu bağlamda bu mücadeleye dahil edilerek yasadışı kılındı. “Terörle mücadele” böylece askerî bir alan dışında yargısal bir boyut da kazandı. Daha doğru bir deyişle, güvenlik merkezli askerî yaklaşımın yanına bir de yargının müdahalesi/mücadelesi eklendi.

 

Yapılan yasal değişiklikler, yasal ve şiddetsiz eylemler ile düşünce açıklamalarının suç olarak damgalanmasını sağladı. Herhangi bir kişiyi “terörist” olarak addetmek ve dolayısıyla yargılamak için barış talebi, siyasî ve kültürel talepler ile konuşmalar yeterli sayıldı. Nitekim yıllara göre teröre ilişkin suçlarda yapılan yargılamaların sayısındaki artış da bu savımızı destekler nitelikte:

 

  Yıl

  TCK

  TMK

  1992

  4607

  3191

  1993

  6010

  2750

  1994

  5891

  3508

  1995

  4413

  2924

  1996

  4237

  2666

  1997

  4739

  2104

  1998

  3027

  2587

  1999

  3573

  2451

  2009

  6852

  8207

  2010

  9628

  11994

  2011

  10509

  12020

  2012

  14064

  16156

  2013

  10426

  10764

  2014

  24740

  16426

  2015

  17312

  14070


 

3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu, en baştan itibaren temel hak ve özgürlükler bağlamında ciddi sorunları haiz bir kanun olarak hukuk tarihindeki yerini almıştır. Tanımında bir belirlilik olmayan “terör” mefhumunun ceza hukuku gibi belirlilik ilkesinin yapı taşı olduğu bir alana dahil edilmesi başlı başına bir sorun teşkil etmekte. Zira kanunda kullanılan pek çok kavram, siyasî niteliği bulunan, dönemsel ve dolayısıyla göreceli mahiyettedir. Ancak şurası açıktır ki, TMK Kürt hareketine ve sol örgütlenmelere karşı çıkarılmıştır. Öyle ki kanun çıkarıldığı dönemde sağ gruplara mensup kişilerin eylemleri terör suçu addedilmesine rağmen  TMK kapsamına dahil edilmemiştir (Tanör 1990, 167). Buna karşılık bir takım bazı yazarlar da “dinci terör örgütlenmesine” karşı TMK’nin etkili olduğunu savunmaktadır (Hafızoğulları ve Kurşun 2007, 57). Ve fakat belirtmek icap eder ki bu tür eleştiriler bir dönem için geçerli olsa da artık anlamını yitirmiştir. Zira terör kavramının politik bir doğaya sahip olması her türlü örgüt ve faaliyetin pratikte kolaylıkla yasa kapsamına dahil edilebilmesine yol açmaktadır. Nitekim TMK çıkarıldığı günden bu zamana otuzdan fazla defa değişikliğe uğramış ve Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen hükümleri olmuştur. Buna rağmen hâlâ terör suçu olarak addedilen suçların sayısal niteliği ciddi boyutlardadır.

 

Yine terörle mücadele hukukunun genel ve konuyu ilgilendiren önemli bir özelliği suçun kurucu unsurlarına, yani maddi ve manevi unsurlarına bağlamsal unsur ögesinin dahil edilmesidir (Turinay 2019, 338). Buna göre bağlamsal unsur uygulayıcının takdir yetkisinin genişletilmesi ve ceza yargılamasıyla bağdaşmayacak biçimde yargıcın yorum yapmasına cevaz verilmesidir. Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının her daim tartışma konusu olduğu bir ülkede böyle bir unsurun ceza yargılamasına dahlinin yarattığı sonuçlar ortada. Benzer biçimde bağlamsal unsur manevi unsuru da neredeyse by-pass etmektedir. Zira suçta failin niyeti-kastı suçun nitelendirmesi açısından ehemmiyet arz ederken, burada failin yaklaşımından ziyade yöneldiği sonuç önem arz etmektedir (Turinay 2019, 339). Bu da zaten terörle mücadele hukukuna “tehlike suçu” karakteristiğini veren unsurlardan biridir.

 

Bireysel suçlulukta kullanılan yöntemlerin örgütlü suçlulukta eksik kalacağı addedilerek çıkarılan yasa, hukuksal yararın tehlikeye sokulmuş olmasını yeterli saymaktadır. Öyle ki örgütün bir eylemde bulunmamış olmasının bu suçluluk açısından bir önemi bulunmamaktadır; örgütün varlığının bizatihi kendisi kamu güvenliği ve barışı tehlikeye düşeceğinden bahisle suç sayılmıştır. Bu durum örgütlü suçluluğa tehlike suçu karakteristiğini kazandırmıştır. Bu itibarla bu alandaki yargılamalar ve yasalar aslında bir istisna teşkil etmekte, terörle mücadele hukuku istisnanın kural olarak kurulduğu bir yasa hâlini almaktadır. Suçla mücadelenin önleme boyutu burada ihmal edilerek doğrudan yaptırım kısmıyla var olmuştur.

 

TCK Md. 220/7: Bir hukuk garabeti

 

Örgütlü suçluluğun özel bir türü olarak terör örgütü, kısaca anlatıldığı üzere 1991 yılından bu yana mevzuatta bulunmaktadır. Terörle Mücadele Kanunu’nun kendisi ceza yargılaması ilkeleri ve evrensel hukuk ilkeleri ile bir tezat olarak 1991’den itibaren ayrı ve özel bir ceza kanunu olarak var olmuştur. 2004 yılında 5237 sayılı kanunun yürürlüğe girmesiyle var olan bu tezat 220’nci madde ile iyice derinleştirilmiştir.

 

Yürürlükteki ceza kanununun 220’nci maddesi, mülga ceza kanunundaki hiçbir maddeye tam anlamıyla tekabül etmiyor. Özel ceza kanunları ve mülga ceza kanununda ayrı ayrı düzenlenen örgütlü suçluluk kavramı, işbu madde ile yeni bir suç tipi olarak düzenlenmiş, deyim yerindeyse dağınık bulunan örgütlü suçlar bir çatı altında toplanmaya çalışılmış olsa da örgütlü suçların düzenlenmesine ilişkin dağınıklığın giderildiği söylenemez (Ersan 2013, 382).

 

Yeni ceza kanununun yürürlüğe girmesi özel ceza kanunlarının da gözden geçirilmesine sebep oldu. Bu anlamda, Terörle Mücadele Kanunu’nda 2006 yılında 5532 sayılı kanun (Terörle Mücadele Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun (5532 S.K.), Resmi Gazete, 26232, 18 Temmuz 2006) ile kapsamlı değişiklikler yapıldı. Yapılan değişikliklerin en önemlisi, örgüt tanımını içerir TMK Md. 1’in değiştirilmesi, örgüt tanımının yasadan çıkarılarak sadece terör tanımı yapılması oldu. Maddede yapılan bu değişiklikle terör örgütü kavramı hukuki dayanağını yitirmiş oldu ve belirsizleşti. Değişiklik gerekçesi her ne kadar örgüt tanımı için TCK Md. 220 ile Sınıraşan Örgütlü Suçlara Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne atıfta bulunsa da, belirsizlik giderilmemiş, bilakis 220’nci maddenin lafzından kaynaklı olarak haklar aleyhine güçlenmiştir.

 

Aynı kanun, terör örgütü tanımını TMK bünyesinden çıkarırken, lafzen terör örgütünün silahlı olma şartı da ortadan kaldırılmıştır. Yani değişiklikten sonra bir örgütün terör niteliği kazanması için silahlı olma şartı yoktur (Turinay, Ceza Hukukunda Terör Örgütü Kavramı 2016, 74 vd.). Bu husus son zamanlarda sıklıkla tartışılan “irtibat” ve “iltisak” gibi ne anlam ihtiva ettiği belli olmayan kavramların literatüre girmesine ve hükümlerin gerekçesi olmasına yol açmıştır. Bu durum, yani terör örgütünün silahsız da terör örgütü addedilebilmesi, sivil ve yasal alanda faaliyet yürüten dernek, grup ve oluşumların da terör etiketiyle kriminalize edilmesine, toplumsal ve siyasal alanın düşmanlaştırılmasına yol açtı. Türk Ceza Kanunu'nun 220’nci maddesinin, 6, 7 ve 8’inci fıkraları bu uygulamanın temeli oldu. Dolayısıyla bu yasal düzenlemeler kanun koyucunun gazeteci, siyasetçi veya hak savunucularını silahlı bir suç örgütünden daha tehlikeli gördüğünü ortaya koymaktadır.

 

İlgili madde Türk Ceza Kanunu’nun topluma karşı suçlar başlıklı üçüncü kısmının kamu barışına karşı suçlar başlıklı beşinci bölümü altında düzenlenmiştir. Buna göre korunan hukuki değer yine kamu güvenliği ve barışıdır. TCK Md. 220, örgütlü suçlara ilişkin genel bir düzenleme olup, özel örgütlü suçluluk türlerinde atıf yapıldığında uygulaması gündeme gelen, yani uygulama alanı bulan bir maddedir. Bizim burada özellikle üzerinde duracağımız fıkra ise yedinci fıkradır. Buna göre, oldukça muğlak ifadelerle neyin suç addedildiği belirlenemeyen ve tamamen uygulayıcının keyfine terk edilmiş ve muhalifler, gazeteciler ve insan hakları savunucuları aleyhine sıklıkla başvurulan bir maddedir.

 

TCK 220/7 örgütlü suçlara ilişkin bir düzenleme olup, örgütsüz insanları cezalandırmayı hedefleyen ve bunu sağlayan oksimoron bir maddedir. Bu madde gelişme ve örgütlenme olmadan kişinin örgüt üyesi gibi cezalandırılmasını sağlamakta, örgüt olmaksızın işlenemeyecek terör suçlarının işlenebileceğini varsaymaktadır. Kuşkusuz bütün bunları yaparken kişinin “örgüt üyesi olmaması” en temel şarttır. Zira kişi örgüt üyesiyse, yani örgüt üyeliğine ilişkin suçun unsurları oluşmuşsa, kişi örgüt üyeliğinden cezalandırılır, yardımdan değil.

 

Terör örgütü üyeliğinde, TCK Md. 314 örgütlü suçluluğun terör örgütü kısmıyla ilgili özel bir norm olarak bulunsa da, bu özel norm yeterli derecede belirli ve ayrıntılı düzenlenmediği ve düzenleme olmayan hususlarda TCK Md. 220’nin uygulanacağına doğrudan atıf yaptığı için TCK Md. 220 örgütlü suçluluk açısından genel bir uygulama alanı bulur. Bu açıdan, düzenlemenin müphemliği uygulayıcının takdirine bırakılarak, örgüt üyeliği sorusunun her somut olay için ayrı ayrı uygulayıcı tarafından değerlendirilmesini gerektirmiştir. Yargıtay her ne kadar üyelikle ilgili kriterleri içtihatları aracılığıyla geliştirmiş ve belirlemiş olsa da hala belirsizlik ve keyfiyet en büyük sorun olarak durmaktadır.

 

Peki o zaman TCK Md. 220/7 neyi cezalandırıyor? Örgüt üyeliği olmadan örgüt üyesi gibi cezalandırılmak ne anlam ifade eder? İlk soruya cevap kabaca “örgüte yardım” diye verilebilir. Yani örgüt üyesi olmadan örgüte yardım edilmesi cezaya konu fiil. Fakat vurgulamak gerekir ki bu yardımın neleri kapsadığı ciddi tartışma konusudur. Zira örgüte yardıma dair, özellikle terör örgütüne yardıma dair çeşitli düzenlemeler ve normlar mevcuttur. Mesela silah temin etme suçu TCK Md. 315’te, para ile temsil edilebilen her türlü yardım da 6415 sayılı Terörizmin Finansmanının Önlenmesine Dair Kanun’da düzenlenmiştir. Geriye kalan hususları, başta Yargıtay olmak üzere neredeyse tüm ağır ceza mahkemeleri ceza hukukunun sanığın aleyhine yorumlanması yasağını ihlâl ederek “geniş yorumlamayı” tercih ediyorlar. Öyle ki lise duvarına yazı yazılması bile Yargıtay Ceza Genel Kurulu tarafından “örgüte yardım” kapsamında değerlendirilmiştir. Bu durumda da örgüt üyeliğine ilişkin Yargıtay’ın getirmiş olduğu kriterler sağlanmasa bile, yani organik bir bağ olduğu ve devamlılık unsuru tespit edilmemiş olsa bile, sanıklar örgüt üyesi gibi 314’üncü madde kapsamında cezalandırılabiliyor. Doktrindeki ağırlıklı görüş ise bu yardımların maddi yardım, yani yer, silah ve malzeme sağlama ya da gizli bilgiler iletilmesi olması gerektiğini ve söz konusu yardımın yoğunluk ve devamlılık arz etmesi gerektiğini söylemektedir. Ancak tekraren, yardımın neleri kapsadığı net olmaktan ve dolayısıyla da öngörülebilir olmaktan uzaktır ve tamamen uygulayıcının takdir yetkisi kapsamındadır.

 

Gerçekten de bu madde, üyeliğin maddi unsurları kanıtlanmak zorunda olmaksızın kişilerin örgüt üyesi gibi cezalandırılması hususunda yasa uygulayıcılara sınırsız bir alan tanımıştır. Yargıtay’ın silahlı örgüt üzerine geliştirdiği kriterleri sağlamayanlar, yani örgütle “organik bağı” tespit edilmemiş, eylemleri “devamlı-yoğun-çeşitli” olmayan kişiler “örgüt üyeliğinden” cezalandırılamazken, “örgüt üyesi gibi” cezalandırılabilmektedir. Bu bağlamda herhangi bir terörist grup ile aynı genel hedeflere sahip olmak örgüt üyesi gibi cezalandırılabilmek için elverişli sayılıyor. Bir başka deyişle, bir eylem veya ifade ya da düşünce açıklamasının bir silahlı örgütün amaçları ya da talimatları ile kesişmesi durumunda kanunun müphem karakteri geniş bir takdir payı bırakarak kişilerin kolaylıkla cezalandırılmasına sebep oluyor.

 

Bu açıdan kanunun lafzı yani “örgüte bilerek ve isteyerek yardım eden” tümcesinin ne anlam içerdiği izaha ve belirlenmeye muhtaçtır. Bu haliyle yargıç ve savcıların keyfine terk edilmiş bir belirsizlik alanı içerisinde herkesin her an yargılanma tehlikesi var ve bu da muhaliflerin yalnızca siyasi görüşleri, kanaatleri ya da hükümete karşı tutum alıp eleştirmeleri yüzünden cezalandırılmalarına yol açıyor. Öte yandan, suçun manevi unsuru her ne kadar özel kastı içeriyor olsa da örgütün amacını gerçekleştirmeye katkı sağlama şeklinde tabir edilip dile döküldüğünde, yine sonsuz bir takdir alanı açıyor. Gazete haberleri, köşe yazıları, düşünce açıklamaları veya gösteri ve yürüyüşler örgütsel amaca birer katkı olarak yorumlanıyor. 

 

Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin incelediği ve ihlâl bulduğu İmret dosyasında yerel mahkeme birden çok eylemde birden çok defa PKK lehine slogan atıldığı için propaganda suçunun ötesine geçerek yardım etme suçunun (220/7) işlendiğine kanaat getirmiştir (Imret v. Turkey (no.2) 2018). PKK yanlısı basın yayın organlarındaki haberler delil gösterilerek, gösteri yürüyüşlerine katılmak, zafer işareti yapmak, Abdullah Öcalan lehine slogan atmak ve onu desteklemek için imza toplamak yine 220/7 bağlamında yardım olarak değerlendirilmiştir ve değerlendirilmeye devam etmektedir. Benzer şekilde HDP eski grup başkanvekili İdris Baluken hakkında Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi kararında da aynı değerlendirmeye rastlıyoruz. Buna göre birden çok toplantı ve gösteri yürüyüşüne katılıp birden çok propaganda içerdiği iddia olunan konuşma yapmasından dolayı, eylemlerin “süreklilik, çeşitlilik ve sıklığı” gözetilerek örgüt üyesi olarak cezalandırılmasına karar verildi (2016/49 E. 2018). Bu uygulamanın toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı, ifade ve düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti gibi ifade özgürlüğünün temeli olan hak ve özgürlüklere doğrudan bir saldırı niteliği taşıdığı ortadadır.

 

Buradan hareketle basın üzerindeki müdahaleler, özellikle muhalif basına yönelik cezalandırma girişimleri de bu madde üzerinden yapılmaktadır. Herhangi bir örgütün amaç ya da talimatlarıyla bir köşe yazısı, düşünce ya da haberin kesiştiği düşünüldüğünde bırakılan geniş takdir marjı basın özgürlüğüne doğrudan müdahale imkânı tanımaktadır. Örneğin Altan kardeşler ve Nazlı Ilıcak hakkında Yargıtay 16. Ceza Dairesi tarafından verilen karardaki ifadeler çarpıcıdır. Kararda “…kalkışma öncesindeki sürece mutad siyasi muhalefet görüntüsü vermeye çalışmak ve örgütün sempatizan sınıfını oluşturan geniş halk kitleleri nazarında sözde meşruiyetini korumak amacına hizmet eder mahiyetteki, gazetecilik faaliyeti kapsamında değerlendirilmesi de mümkün olmayan…” değerlendirmesi yapılmış, gazetecilik faaliyeti, ya da daha doğru bir deyişle muhalif gazetecilik bir “görüntü” addedilmiş ve düşünce açıklamaları ve köşe yazıları “örgütü meşrulaştırıcı ifadeler” olarak görülerek gazetecilik faaliyeti kapsamında değerlendirilmemiştir (2019/521 E. 2019). Siyasi görüş, ifade açıklamaları, kanaat bildirmeler ve fikir yazıları yargının keyfî müdahalesiyle manipülasyona açık hâle getirilmekte ve hakkın özüne dokunmak suretiyle müdahale edilmektedir. 

 

Cumhuriyet gazetesi yargılamasında da aynı husus geçerlidir. Yargıtay’ın karardaki değerlendirmeleri yukarıda söylediklerimizi kanıtlar niteliktedir (2019/7004 E. 2019). Yargıtay propagandayı “örgütün meşrulaştırılmasını sağlamaya yönelik yardımın özel şekillerinden biri” olarak nitelemiş, yardımı ise “genel olarak örgüt faaliyetlerinin kolaylaştırılması” olarak tanımlamıştır. Aynı kararda “somut bir olaya dayanmayan” ve “örgüt faaliyeti kapsamında kullanılmak/değerlendirilmek üzere gerçekleştirilen” yardımların 220/7 kapsamında kalacağı belirtilmektedir. Somut olaya dayanmayan ve herhangi bir örgüt tarafından propaganda amaçlı kullanılabilecek hükümeti/devleti eleştirir bir haber bu değerlendirme ışığında kolayca TCK Md. 220/7’nin konusu edilebilecek ve Cumhuriyet davasında olduğu gibi gazeteciler hakkında kolayca hüküm kurulabilecektir. Yargıtay, Cumhuriyet kararında her ne kadar yardım suçunun oluşmadığına karar vermiş olsa da Altan kardeşler ve Ilıcak dosyalarında olduğu gibi haber ve yorumlarla bu suçun işlenemeyeceğini de söylememektedir. Dahası AİHM’in önceki tarihli İmret kararını da görmezden gelmekte ve tartışmamaktadır.  Oysaki AİHM bu kararında TCK 220/7’nin öngörülemez niteliği nedeniyle kanunilik vasfını taşımadığını belirlemiş durumdadır.

 

Hulâsa, örgüt üyeliği katılma, bağlanma, hiyerarşik gücün emrine girme ve geçişken ve canlı bir organik bağ kurup faaliyetlere katılmayı gerektirirken ve bunun ispatlanması için ve kural olarak süreklilik, çeşitlilik ve yoğunluk gerektiren eylem-faaliyetlerin tespiti gerekirken, “örgüt üyesi gibi” cezalandırılmak açısından toplantı ve gösteri yürüyüşüne katılmak, görüş belirtmek, haber yapmak ve diğer gazetecilik faaliyetleri yetebilmektedir. Dolayısıyla kişinin örgüt üyesi olduğunu ispatla uğraşmak yerine, çok daha kolay olan ve yaklaşık aynı ağırlıkta cezaların çıktığı “örgüt üyesi gibi” cezalandırma yoluna gidilmektedir.

 

Sonuç yerine…

 

Görüldüğü üzere, maddenin uygulaması örgüt lehine değerlendirilen bir ifadenin organik bağ olup olmadığı gözetilmeksizin kişilerin, muhaliflerin, gazetecilerin ve siyasetçilerin örgüt üyesi gibi cezalandırılmasını amaç edinmektedir. Ceza kanunu sistematiği içinde en tehlikeli düzenlemelerden biri olan ve her türlü muhalefeti yargı yoluyla etkisizleştirmenin aracı olarak kullanılabilecek ve kullanılan TCK Md. 220/7 doğrudan ifade ve örgütlenme özgürlüğünü tehdit eden, hatta kullanıl(a)maz hale getiren konumdadır.

 

Tarihsel izlek içerisinde Kürt hareketinin kitleselleşmesine karşı sivil ve yasal yapıları ve bu yapılar içerisindeki kişileri hedef almak üzere düzenlenmiş olan söz konusu madde, artık sadece Kürt siyasal ve toplumsal hareketini kriminalize etmenin ötesinde, tüm toplumsal muhalefete yönelik bir kılıç işlevi üstlenmektedir. Yasadaki müphemlik keyfiliğe, keyfilik ise sonsuz bir baskı ve sansür mekanizmasına gözlerimizin önünde dönüştü, dönüşüyor…

 

Kaynakça

Özdağ, Ümit. 2007. Türk Ordusunun PKK Operasyonları (1984'ten Bugüne). İstanbul: Pegasus Yayınları.

2016/49 E. 2018. 2018/12 (Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi, Ocak 4).

2019/521. 2019. 2019/4769 (Yargıtay 16. Ceza Dairesi, Temmuz 5).

2019/7004 E. 2019. 2019/5220 (Yargıtay 16. Ceza Dairesi, Eylül 12).

Balta Paker, Evren, and İsmet Akça. 2013. “Askerler, köylüler ve paramiliter güçler: Türkiye'de köy koruculuğu sistemi.” Toplum ve Bilim 126: 7-35.

Ersan, Aykut. 2013. "Suç İşlemek Amacıyla Örgüt Kurma Suçu (TCK md. 220)." İÜHFM LXXI (1).

Hafızoğulları, Zeki, and Günal Kurşun. 2007. "Türk Ceza Hukukunda Örgütlü Suçluluk." TBB Dergisi 71.

Imret v. Turkey (no.2). 2018. 57316/10 (ECHR, July 10).

Tanör, Bülent. 1990. "Terörle Mücadele Kanunu Üzerine İlk Düşünceler." MHB 1-2.

TBMM. n.d. Terörle Mücadele Kanununun Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı ve İçişleri ile Adalet Komisyonları Raporları. Accessed Şubat 26, 2020. https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem22/yil01/ss1222m.htm.

Turinay, Faruk. 2016. "Ceza Hukukunda Terör Örgütü Kavramı." TBB Dergisi 116.

Turinay, Faruk. 2019. "Terörle Mücadele Kanunu'na Göre Mutlak ve Nispi Terör Suçları." İnsan ve İnsan 20.

 

Yukarı