Expression Interrupted

Türkiye’de ifade özgürlüğüne yönelik baskının öncelikli hedefi gazeteciler ve akademisyenler. Yüzlerce gazeteci ve akademisyen hakkında soruşturma açıldı, birçoğu tutuklandı. Bu site ifade özgürlüğünü kullandığı için soruşturma ve kovuşturmaya uğrayanlar hakkındaki yasal süreci takip etmektedir.

ANALİZ | Yargıda değişenler, değişmeyenler ve önümüzdeki yol

ANALİZ | Yargıda değişenler, değişmeyenler ve önümüzdeki yol

Yargıdaki krizin esas derinliği Yargıtay 3. Ceza Dairesinin, Can Atalay’ın tahliyesini isteyen AYM kararına uymayacağını, bu kararı veren AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunma kararı aldığını açıklamasıyla ortaya çıktı 

GÖKÇER TAHİNCİOĞLU*

 

Yargı, uzun yıllardır Türkiye’de tartışmaların odağından düşmeyen bir başlık. Bunun sebebi sadece yargının kimi uygulamaları, kararları değil elbette. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden bugüne, hatta daha uzun bir aralığı esas alırsak, Cumhuriyetin ilk yıllarından bugüne, yargının, siyasal iktidarın güdümünde olmasına yönelik çabalar bu tabloyu yaratan.

 

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) için de 2002’de iktidar olduğunda, yargı, en önemli başlıklardan biriydi. AKP’nin öncülü olan partiler, Refah Partisi ile Fazilet Partisi Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarıyla kapatılmış, Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı, okuduğu bir şiirden dolayı aldığı mahkûmiyet nedeniyle düşürülmüştü. Cezaevine girip çıkan ve AKP’nin kuruluş çalışmalarını başlatan Erdoğan’ın kaygılarından biri de yargının olası refleksiydi elbette. Yüksek Seçim Kurulunun 2002 seçiminde Erdoğan’ın milletvekilliğine onay vermemesi de bu kaygıları yükseltti.

 

Buna karşılık, Erdoğan, AKP iktidar olduktan sonra AB’ye uyumu öncelikli hedef olarak gösterdi. Askerden, yargıdan çekinen AKP, AB sayesinde yol alabileceğini düşünüyordu. Bu dönemde çıkan yargı kararları, Erdoğan’ı ve AKP’lileri sıkça kızdırdı. Ancak dönüm noktası, AKP’nin kapatılması istemiyle 2008’de Yargıtay Başsavcılığının açtığı kapatma davası ve bu davadan bir yıl önce, Anayasa Mahkemesinin tarihe geçen, “367” kararıyla, Abdullah Gül’e cumhurbaşkanlığı yolunu kapatması oldu. Gül’ün cumhurbaşkanlığı yolunu seçime giderek aşan AKP, kapatılmaktan kıl payı kurtuldu.

 

O dönem Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dahil 71 kişinin beş yıl süreyle siyasetten uzaklaştırılması istemini de içeren iddianameyi görüşen Anayasa Mahkemesi, 30 Temmuz 2008 tarihinde kararını açıkladı. Yüksek Mahkeme, AKP’nin laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı haline geldiğini tespit etti ancak son oylamada, bir oy farkla kapatma yerine Hazine yardımından yoksun bırakma yaptırımının uygulanmasına karar verdi.

O dönemki mevzuata göre, 11 üyeli mahkemenin 7 üyesinin oyu kapatma için yeterli olacaktı. Altı üye kapatma, beş üye kapatılmama yönünde oy kullandı. Bu karar bir dönüm noktası oldu.

 

Cemaat etkisi

 

Kapatma davası henüz açılmadan, seçimlerden önce ve sonra yargının içerisinde kritik atamalar yapıldı. Özel yetkili mahkemelere ve savcılıklara Fethullah Gülen cemaatine yakın çok sayıda isim atandı ve bu isimler etkin görevlere getirildi. Yine kapatma davası sürerken, AKP’lilerden sürekli olarak “derin devletin kendilerine karşı olduğu” eleştirileri geliyordu.

Bir hazırlık yapılıyordu. Bu hazırlığın nedeni kapatma davasından sonra anlaşıldı ama bunun kökleri de davanın öncesine, 367 krizinin yaşandığı döneme denk geliyordu. Aynı dönemde kulislerde kapatma davasının açılacağı da konuşulmaya başlanmıştı. 12 Haziran 2007’de Ümraniye’de bir gecekonduda bulunan el bombaları nedeniyle özel yetkili savcılık soruşturma başlattı. Ergenekon ve Balyoz operasyonları dönemi böyle başladı. Dört yıl boyunca Türkiye, operasyon dalgaları ile güne uyandı. Gazeteciler, askerler, bilim insanları tutuklandı. Bu davaların neredeyse tamamı, 2013’ten sonra, “kumpas”la açıldığı gerekçesiyle düşürüldü.

 

2010 referandumu

 

Hükümet, cemaat eliyle yargının bütün önemli kadrolarını ele geçirmişti ancak yüksek yargıda durum aynı değildi. Bunun için tarihi önemdeki bir Anayasa değişikliği teklifi hazırlandı. Teklif, 12 Eylül 2010’da referanduma sunuldu.

 

Teklife, son dakikada 12 Eylül askeri darbesini yapan isimlerin yargılanmasının önünü açan düzenleme eklenerek, özellikle liberal kesimin de destek vermesi amaçlandı ve başarılı olundu. Yüzde 58 oyla kabul edilen Anayasa değişiklikleri için cemaat, hükümetten bile fazla çaba gösterdi. Cemaat, yüksek yargı kadrolarına Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun (HSYK) yapısı nedeniyle nüfuz etmekte zorlanıyordu. Anayasa değişikliği ile askeri yargının görev alanı sadece askeri görev suçlarıyla sınırlandırıldı, Anayasa Mahkemesinin üye sayısı 11’den 17’ye yükseltildi. Daha önce emekliliğe kadar görev yapabilen üyelerin görev süreleri 12 yılla sınırlandırıldı. Cumhurbaşkanına 12 üyeyi belirleme yetkisi tanındı. Yedi üyeli Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun üye sayısı 22’ye yükseltildi. Adalet bakanı ve müsteşarı kurulda kaldı. Dört üyenin cumhurbaşkanı tarafından seçilmesi kuralı getirildi. Yedi asıl ve dört yedek üyenin ise hâkim ve savcılar tarafından seçilmesi kuralı konuldu.

 

Bu kural, hükümet ve cemaat açısından önemliydi. Hâkim ve savcıların yapacağı seçimde başarılı olunması durumunda HSYK’de mutlak egemenlik sağlanabilecekti.

 

Bunun için bir platform kuruldu. Adalet Bakanlığı bürokratlarının da içinde yer aldığı platform, kent kent dolaşarak hâkim ve savcılarla görüşmeler yaptı. 17 Ekim 2010’da ilk kez yapılan seçimde, hükümet ve cemaatin belirlediği adaylar mutlak bir başarı kazandı. Artık kilit açılmıştı. Yargıtay ve Danıştay’a da istenilen üyeler atanabilirdi.

 

2011’de yapılan yasa değişikliği ile Yargıtay’ın daire sayısı 32’den 38’e, üye sayısıysa 250’den 387’ye çıkartıldı. 2014’te daire ve üye sayıları tekrar arttırılarak daire sayısı 46’ya üye sayısıysa 516’ya yükseltildi. Yeni seçilen üyeler kısa sürede Yargıtay’da kritik noktalara geldi.

Aynı tablo Danıştay’da da yaşandı. 10 Şubat 2011 tarihinde aynı yasayla yapılan değişiklikle Danıştay’ın daire sayısı 13’ten 15’e, üye sayısı ise 95’ten 156’ya çıkarıldı. 2014 yılında ise daire sayısı 15’ten 17’ye üye sayısı ise 156’dan 195’e yükseltildi.

 

Anayasa Mahkemesine de yeni üyelerin seçilmesiyle, hükümet ve cemaat, yargıda mutlak bir egemenlik sağlamış oldu. Bu tablo, karşı karşıya geldikleri döneme kadar devam etti. Bu dönemi, cemaatin tasfiyesi ve AKP’nin tek başına yargıya hâkim olma süreci izleyecekti.

 

17 Aralık operasyonu

 

İstanbul Özel Yetkili Başsavcı Vekilliği, 17 Aralık 2013’te hükümeti hedef alan bir operasyon yaptı. Bunu 25 Aralık operasyonu izledi. Dört bakan ve çocukları ile çok sayıda bürokrat hedefteydi. Bu operasyon, cemaatin iktidarla tamamen ipleri atması anlamına geliyordu.

Hükümet büyük şok yaşıyordu. Operasyonu yapan polisler, hâkim ve savcılar hemen görevden uzaklaştırıldı.

 

Hızla HSYK kadroları için de operasyon yapıldı. Yeni savcılar, üyeler göreve geldi.  Bu gelişmeleri de HSYK’nin yapısını değiştiren ve Adalet Bakanlığının kurul üzerindeki etkisini arttıran çalışmalar izledi. Ancak HSYK’nin yapısı Anayasa ile düzenleniyordu ve hazırlanan tasarı istenilen etkiyi yaratmadı. Hükümet, kurulun görev süresi bitecek üyelerinin yerine yapılacak seçimi beklemeye başladı. 13 bin 994 hâkim ve savcı, 61 aday arasından HSYK’nin 10 asıl, altı yedek üyesini seçmek üzere Ekim 2014’te sandığa gitti. 2010’daki seçimlerde Gülen cemaatine yakın isimler hükümete yakın Yargıda Birlik Platformu’nun listesinde yer almıştı. Adalet Bakanlığı işi bu kez sıkı tuttu. Cemaate yakın isimler bağımsız aday olarak yarıştı. Yargıda Birlik Platformu sekiz üyelik kazanırken “bağımsız” adaylar sadece iki üye seçtirebildi. Böylece hükümet, 22 üyeli HSYK’de çoğunluğu ve karar almak için gerekli toplantı yeter sayısını da kazanmış oldu.

 

Darbe girişimi ve OHAL

 

15 Temmuz darbe girişimi, yargının yeniden yapılanmasına da yol açtı. Olağanüstü Hâl (OHAL) döneminde kararnamelerle yol alınabilmesi, bunu kolaylaştırdı. İlan edilen OHAL, darbe girişiminin ardından geçen iki yıllık süreyi kapsayacak şekilde yedi kez uzatıldı.

 

OHAL kararnameleri ile sistem neredeyse baştan aşağıya değiştirilmeye başlandı. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay’da yaşanan ihraçlar, terör davalarına bakan mahkeme ve savcılıklarda görevli isimlerin bütünüyle değişmesi, tutuklama ve dinleme kararlarına imza atan sulh ceza hâkimlerine verilen yetkilerin genişletilmesi, yargının yeniden şekillenmesine yol açtı.

 

Bu değişiklikler kısa zamanda etkisini gösterdi. Bir yandan cemaatin yargıya hâkim olduğu dönemdeki kumpas davaları beraat kararlarıyla sonuçlandırılırken, diğer yandan Cumhuriyet gazetesi operasyonu, Gezi operasyonu, Büyükada operasyonu gibi çok tartışma yaratan operasyonlar düzenlendi.

 

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) milletvekili Enis Berberoğlu’nun “MİT tırları davası” olarak bilinen davada tutuklanması üzerine dönemin CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Ankara’dan İstanbul’a “Adalet Yürüyüşü” başlattı.

 

Yeniden referandum

Artık sırada başkanlık sistemi vardı. Türkiye, 21 Ocak 2017’de Türkiye Büyük Millet Meclisinde (TBMM) kabul edilen referandum teklifiyle başkanlık sistemine geçerken, yargının yapısı da iyice değişti.

 

Anayasa Mahkemesinin üye yapısı değiştirildi ve yeni sistemde Askeri Yargıtay ve yüksek idare mahkemelerinin kaldırılmasıyla üye sayısı 17’den 15’e düşürüldü.

 

AYM’nin üç üyesinin meclis, 12 üyesinin de cumhurbaşkanı tarafından atanması kuralı getirildi. En büyük değişiklik referandumla ismi Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSK) olarak değiştirilen HSYK’de yapıldı. Kurulun üyelerinin belirlenmesinde eski sistemde cumhurbaşkanının 22 üyeden altısına etki etme şansı vardı. Yeni sistemde, HSK’nin üye sayısı 13’e düşürüldü. Cumhurbaşkanı, kurulun doğal üyeleri adalet bakanı ve bakanlık müsteşarı da dahil altısını atama yetkisini elinde tuttu. Geri kalan yedi üyenin de Meclis tarafından belirleneceği düzenlendi. Danıştay, Yargıtay, idari ve adli hâkim ile savcıların HSK üyelerinin belirlenmesinde yetkisi kalmadı.

 

Bu değişiklikleri, boşalan 4 bini aşkın hâkim ve savcı kadrosuna alım yapılması izledi. Farklı tarihlerde yapılan sınavlarla gerçekleştirilen alımlarda, kadroların AKP’lilerden seçildiği iddiaları ortaya atıldı. Bir süre sonra da kentlerde birden fazla baro kurulabilmesi düzenlemesi yapıldı.

 

AİHM kararlarına uyulmaması dönemi

 

Başkanlık sistemine geçilmesinin yargıdaki en büyük yansıması, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmaması ya da güçlükle uygulanabilmesi oldu. AİHM, Osman Kavala ve HDP eski Eş Başkanı Selahattin Demirtaş davalarında, Türkiye’yi siyasi nedenlerle tutuklama yaptığı gerekçesiyle mahkûm etti. Her iki dava, AİHM’nin “derhal tahliye” kararlarının uygulanmaması nedeniyle Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin önüne geldi ve komite, Türkiye için yaptırım sürecini başlattı. Böylece Türkiye için tarihinde ilk kez konseyden ihraç riski doğmuş oldu.

 

Anayasa Mahkemesinin Enis Berberoğlu, Mehmet Altan, Şahin Alpay gibi isimler hakkında verdiği tahliye kararlarına karşı yerel mahkemeler direndi. Anayasa Mahkemesi, özel açıklamalar ve aldığı ikinci kararlarla tahliyeleri mümkün kılabildi.

 

Anayasa Mahkemesinin üye yapısı Erdoğan’ın atamalarıyla neredeyse bütünüyle değişti. Özellikle İstanbul Başsavcısı olarak görev yaparken önce Yargıtay’a üye seçilen, burada görev dahi yapmadan Yargıtay’daki AYM üyeliği seçimine katılarak kazanan İrfan Fidan’ın AYM üyeliğine atanması çok konuşuldu.

 

Bir yandan da sulh ceza mahkemeleri çok tartışılan binlerce tutuklama, telefon dinleme ve haberleri erişime engelleme kararlarına imza attı.

 

Dezenformasyon yasası ve AYM

 

Ancak tüm bunlar da yetmedi. “Dezenformasyon yasası” olarak anılan düzenleme 2022’de yasalaştı ve halka gerçeğe aykırı bilgi verenlerin yargılanacağı gibi bir soyut düzenleme hukuk sistemine girdi.

 

Bugün yaşananları tüm bu gelişmelerden bağımsız okumak, tablonun anlaşılmasını güçleştiriyor.

 

Bütün bu tabloya elbette, yargının bütünüyle iktidarın kontrolüne girdiği dönemden sonra yaşanan tartışmaları da eklemek lazım. Bazı tarikatların yargıda daha etkili olduğu, buna karşılık İstanbul Grubu adı verilen grup gibi yapıların özellikle İstanbul’da etkisini sürdürdüğü bu tartışmaların sadece bir bölümü.

 

Ancak son 10 yılda, özellikle yargının siyasallaşması tartışmalarının yanına günden güne artacak bir biçimde kimi yargı mensupları ile ilgili usulsüzlük iddialarının da eklendiği biliniyor.

 

Uyuşturucu ve bahis baronlarının tahliye oluş süreçleri, kimi operasyonlardan sonra en kritik isimlerin kısa sürede tahliye edilmesi, siyasiler ve söz konusu baronların birlikte yer aldıkları fotoğraflar, yaptıklarına rağmen dokunulmayan isimler geçen yıllarda sıkça gündeme geldi.

Zamanla, usulsüzlük iddiaları, yargının siyasallaştığı tartışmalarının bile yerini aldı. Artık mutlaka gündeme alınması gereken bir sorun olduğu gizlenemiyordu.

 

İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcısı’nın İstanbul Anadolu Adalet Komisyonu Başkanı hakkındaki ağır suç duyurusu metninin kamuoyuna yansıması, sorunların bilinenden de büyük olduğunu gösterdi. Bunu, karşı dilekçeler, karşı suçlamalar izledi. Ama zaten bu suç duyurusuna konu alan isimleri, farklı illerdeki kimi savcıları gündeme daha önce getiren gazetecilere dezenformasyon yasası uyarınca davalar, soruşturmalar açılmıştı.

 

HSK ise diğer bütün iddialara sırtını çevirip söz konusu suç duyurusu ile ilgili bir soruşturma açmakla yetinmişti. Muhalefetin, yargıyla ilgili tartışmaların TBMM’de soruşturulması, araştırılması talepleri ise iktidar oylarıyla reddediliyordu.

 

T24 yazarı Tolga Şardan, böyle bir ortamda, Cumhurbaşkanlığının konuyla ilgili rapor istediğini haberleştirdiği için tutuklandı. Şardan tutuklanırken, gazeteciler Cengiz Erdinç, Dinçer Gökçe de aynı suçlamayla gözaltına alınıp, adli kontrolle serbest bırakıldı. Yargının kendisiyle ilgili iddiaları gündeme getirenlere tepkisi böylesine sertti. Öyle ki Şardan’ın tutuklama kararına, dezenformasyon düzenlemesinin tutuklama gerektiren suçların sıralandığı katalog suçlar arasında yer almamasına rağmen, katalog suç olduğu yazıldı. Mesaj netti: Bizi gündeme getirmeyin…

 

Şardan, tutuklama gerektirmeyecek bir suçtan cezaevine konuldu. Hem kamuoyu tepkisi hem de bütün bu başlıklar, itirazından sonuç almasını sağladı ve beş gün sonra tahliye edildi.

 

Can Atalay krizi

 

Ancak krizin derinliği Yargıtay 3. Ceza Dairesinin, Türkiye İşçi Partisi (TİP) milletvekili Can Atalay’ın tahliyesinin gerektiğini belirten Anayasa Mahkemesi kararına uymayacağını, bu kararı veren AYM üyeleri hakkında yetki aşımı nedeniyle suç duyurusunda bulunma kararı aldığını kararında açıkça yazmasıyla anlaşıldı.

 

Anayasa Mahkemesi, muhalefet tarafında çokça eleştiriliyordu ancak buna rağmen iktidara da yaranamıyordu. Cumhur İttifakı’nın ortağı Milliyetçi Hareket Partisinin (MHP) lideri Devlet Bahçeli’nin kapatılma çağrısı yaptığı mahkemenin, tepki çeken kimi kararlarının ortadan kaldırılması için yapısının yeniden değiştirilmesi, bireysel başvuru yetkisinin sınırlandırılması gerekiyor. Bugünkü kriz aslında var olan krizi ortaya koyacak kararları da ortadan kaldırmak amacını taşıyor. Kurulan sisteme aykırı kararlar veren mahkemenin bu yetkisi sınırlanırsa, çelişkili kararlar da ortaya elbette çıkmaz.

 

Anayasa değişikliği ile bu sağlanabilecek mi, göreceğiz. Ancak yargının gazetecilere yönelik uygulamaları ile bu krizi birlikte düşündüğümüzde, sorunların çözümü yerine görünmezliğinin amaçlandığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

 

* Gökçer Tahincioğlu insan hakları ve yargı alanında uzmanlaşmış bir gazeteci ve yazardır. Hâlen T24'te köşe yazıları yayımlanmaktadır. 

Yukarı